26 Ekim 2012 Cuma

Dışarıdan dışarıya mektup : ‘’Okuyan incinmesin…’’

 

45. gün
Binlercemiz gibi ben de hapis yattım, çıktım, gençtim. Yine girdim, yine çıktım, yetişkindim. Hapisten çıkanlar 2’ye ayrılır; içerden çıkanlar, çıkamayanlar diye. Ben çıktığımı sanırdım ama giderek anlıyorum ki çıkamamışım.  
Mesela Başbakan çıkmış olanlardan: o kadar çıkar ki insan hapisaneden, hiç hatırlamaz. Hiç hapisanenin hala orda durduğunu, kendi bir daha girmese bile başkalarının girebileceğini, oğlunun-kızının-sevdiği birinin oraya gidebileceğini düşünmez. Sanırsınız ki o hiç mazgal deliğinden uzanan ellerden utanmamıştır, ağır metal kapının güüüm diye yüzüne kapanmasından, şıngırtılı anahtar seslerinin yankılanarak uzaklaşmasından…  insan kendi için utanmaz, o ellerin sahibi için, o kapıyı itekleyen kolun kuvveti için, o anahtarları bir arada tutan metal halka için utanır.
Hep derdim arkadaşlarıma içerdeyken ‘’kusura bakmayın ama çıkınca önünden bile geçmeyeceğim’’ diye. Meğer ben de hiç çıkamayacakmışım hapisten.

Herkes acı çekiyor, herkes üzülüyor kendi meşrebince evet. Ama bizimki, biz eski mahpuslarınki  hastalıklı bir hale dönüşüyor giderek:  yanaklarımızdan süzülen yaşlar yakamızı ıslatarak koynumuza süzülünce fark ediyoruz ağlayıverdiğimizi; sokaklara çıkıp varacağımız yeri çoktan geçtiğimizi görünce anlıyoruz aslında gidecek yerimizin olmadığını, kimseyle konuşmak istemediğimizi. Kırık dökük, beceriksizce hazırlanmış basın açıklamalarında sizinle (toplumsal muhalefet! diyelim)  slogan bile atamıyoruz, atamayınca anlıyoruz size bile ait değiliz artık, yarım saatliğine de olsa yan yana duramıyoruz. Sesimiz çıkmıyor. Cezaevi kapılarına gidemiyoruz, annelerin yüzüne bakamıyoruz, onların oğulları-kızları içerdeyken biz dışarı çıktık diye mahcup oluyoruz.  Sonra birbirimize koşuyoruz, şu İstanbul cangılında yol demeyip, iş demeyip Bağcılar’dan Beykoz’a, Pendik’ten Taksim’e gelip birbirimizi buluyoruz, sokak köpekleri gibi birbirimizin peşine düşüp ilerliyoruz nereye gideceğimizi bilmeden. Eski koğuş arkadaşlarımızla buluşuyoruz, beraber açlık grevlerine girdiğimiz, birbirimizin ‘sağlıkçısı, refakatçisi’’ olduğumuz, sesli kitap okuma diye bir şey uydurup birbirimizi uyanık tuttuğumuz. Bin senedir aynı lafları ettiğimiz halde, yine etmek üzere birbirimize koşuyoruz. Dereden tepeden konuşuyoruz ama gözlerimizden altyazılar geçiyor, onlarla anlaşıyoruz. Konuşunca umutsuzluk ortak paydamız oluyor, ya da öfke… Sığınacak kimsemiz olmuyor böyle zamanlarda birbirimizden başka.

Özcan Alper’in Sonbahar filminin görüntüleri ile Apolas Germi söylüyor, youtube’da ve başka müzik paylaşılan sitelerin neredeyse hepsinde var : ’’mektup yazdım acele de, oku oku hecele’’ diye başlayan, ‘’okuyan incinmesin de yüreğim yanmış idi’’ diye biten bir türkü.  Kim yazmıştır sözlerini bilmem ama o şimdiden anonim’dir bizim için, kim yazdıysa yazmış, hepimizindir. İsterim ki bu mektubu okurken bir daha dinleyesiniz, sözlerine inceden inceye bir daha dikkat kesilerek... Hapisane mektuplarının nasıl da düşüne düşüne, nasıl da dışarıyı, dışarıdakini incitmemek için kırk kere sile sile yazıldığını anlatır.  Öyledir, yeniden yeniden temize çekilir… her seferinde biraz daha kısalır o mektuplar, biraz daha acısı azaltılır, neşeli birkaç laf eklenir sonlarına doğru. Mazlum’un mektubunu okuduk 37.günde. O da öyleydi, ‘’kendimce idare ediyorum’’ diyordu, ‘’halay çekerken gözüm üzerinde olacak’’ diyordu sanki çıkıp haftaya halay çekeceklermiş gibi birlikte. Çocuk işte, sanki biz bilmiyoruz.

Açlık grevleri ile ilgili yazılar yazılıyor. Okuduk, görünen o ki daha çok okuyacağız. Gazete haberlerinde bir şey yok, diğer yazılanlar daha çok ‘’bizi avutan’’ dostların yazıları gibi.  Twitterda nerden geldiği belli olmayan o görüştü, bu görüşecek haberlerine bile sevinçle atlıyoruz, ertesi sabah fos çıkana kadar… Biz de işin kolayındayız nitekim; İmralı ile görüşülsün, o da desin ki… Umutsuzluğumuz o kadar açık ki, hükümetle görüşülsün, talepler kabul edilsin, açlık grevleri sona ersin diye ‘’yüklenecek’’, afişlerimize, pankartlarımıza bunu yazacak mecalimiz bile yok. Kendimiz bile inanmayacağız bunu yazdığımızda çünkü. Ahmet Büke’nin öyküsündeki cümle geçiyor aklımdan: ‘’Bazen insan istese de olmaz. O kadar olmaz ki istemez bile.’’* 

‘’O kadar olmaz ki’’ taleplerin kabul edilmesi, tecridin kalkması, anadilin mahkemede konuşulması… Hükümet o kadar rahat ki, o kadar aymaz ki... O kadar alıştık artık tekerlemeye dönmüş en basit insani talepler için ölmeye ki… Her şeyin sırayla, tane tane ve itinayla kırıldığı bu memlekette, eline aldığı her şeyi kırmakla meşhurdur iktidarlar. Kırıldıkları kadar kırmakla da kalmazlar, daha fazlasını kırarlar, hep daha fazlasını. Kendi yattıkları hapisanelerin rahatlığından çıkardıkları dersle, bir daha dönmeyeceklerinden emin bir şekilde duvarları yükseltirler sürekli.

Hapisten çıkamadım/ çıkamadık: Ulucanlar Katliamından, açlık grevinin 60. diye hatırlıyorum ama bilmem kaçıncı günündeki ‘’hayat’’a dönüş operasyonundan, yanmış insan eti kokusundan; peltek ve manasız konuşmalarından kaçıp, yüzümüzü duvara dönerek, kendimizi tek ayak üstünde bekleterek cezalandırdığımız zafer’lerden, başak’lardan çıkamadık. Siyasi geçmişi 1 sokak gösterisi, 2 slogandan ibaretken gelip 36 yıl ceza alanlardan, bizimle beraber tahliye olup 2 ay sonra bir daha 18 yıl alanlardan çıkamadık. Her karşılaştığımızda iki eliyle yüzümüzü tutup öpen, Türkçesi bizim heyecanlı konuşmalarımızı anlamaya yetmeyen ama ‘’kızıyla ilgili bilmediği bir şey daha’’ öğrenmek için koğuş anılarımızı dinlemekten bıkmayan kürt annelerinden çıkamadık.  Sokağa çıkınca ring arabası görüp de yolu boşverip peşinden gitmekten, otobüste gördüğümüz polislerin kıçında asılı kelepçelere bakıp, içimizden ‘’yıllar içinde kelepçenin evrimi belgeseli’’ çekmekten, zarflara pul yalamaktan, sevk listelerine göre hapisane adresleri yenilemekten… çıkamadık.

Açlık grevleri devam ediyor.  Hapisane insanla devletin en çıplak halleriyle göğüs göğse kaldığı bir yer: Ya insan gerileyecek bir adım, ya devlet. Tarafların başka isimleri de yok aslında binlerce yıldır ‘’insan ve devlet’’.  İnsanın gerilediği yerde devlet boy vermeyecek ama öfkeyle ölüm…  Her zamanki gibi mezarlıkları genişleteceğiz onlarla, şehirlere bile yer kalmayacak. 

Bu açlık grevlerinin sonucu hepimiz için çok önemli, ölümsüz biterse bu süreç, sadece içerdekilerle değil içinde benim de olduğum binlerce eski mahpusla da barışacak toplum. Kırgınlığımız, umutsuzluğumuz, yazılarınızın, sözlerinizin suratımızda patlayıp geri dönmesi son bulacak, aranıza karışacağız. Toplumsal tahliyemiz gerçekleşmiş olacak.

İktidarın siyasi geçmişine de bayram notu: Siz ağladığınızda biz gülemiyorduk; şimdi biz gülemediğimizde siz de gülemiyorsunuz. Korkarım ki hiç gülemeyeceksiniz.

(not: fotoğraf Ayşe Düzkan tarafından twitter'da paylaşıldı, söğütlüçeşme'den notuyla)
*Ahmet Büke- Cazibe İstasyonu'nda ''Ağır'' Zamanlar adlı öyküde geçer.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Yüzümüzdeki Hüzün Onun Kalbini Kırıyor

 

Ahmet Büke'nin Cazibe İstasyonu'nu elime alınca ilkin hafifliğinden şikâyetçi oldum. Hatta içimden ''Be adam zaten kısa yazıyorsun, bari kitap kalın olaydı'' dedim. Her şeyin irisinin, kalınının, ulu'sunun, konforlusunun, sterilinin, gösterişlisinin hatta aynalısının makbul olduğu bu zamanlara yakışmayan ince-narin bir kitap Cazibe İstasyonu. Kısa öyküler ve ince bir kitap dedik ama en obur okuru bile doyuracak kadar etkili bir dil ve her şeyden haberdar öyküler sıralanmış ard arda.

İnsanın kendi içine dönüp bakınca hayretler içinde varlığını fark ettiği ya da sonradan edindiği ''bi tike'' hayatı, ''bi gıdım'' insan olma duygusu var ya, herkesin bunu bile abartıp iyice reklama vurduğu, sayfa sayfa, kitap kitap, ekran ekran dökmeye koştuğu bu çağda böylesine etkili bir ''sözcük tasarrufu'' ile bizi utandırıyor her şeyden önce Ahmet Büke. Çoğu zaman söylemiyor bile, sezdiriyor. Önceki kitaplarından bildiğimiz bu sözcük tasarruflu hali, Cazibe İstasyonu'nda da devam ediyor.


Ekmek ve Zeytin'den Cazibe İstasyonu'na

Sadece kısalık, sarsıcılık değil devam eden: Öyküleriyle bize kurduğu mahalleden tanıdıklar da var Cazibe İstasyonu'nda.

Bir önceki kitabı Ekmek ve Zeytin'den ''Soğuk ve Toz Zerrecikler'' öyküsünde şehre inen kurt sürüsünden bir kurt karşılıyor bizi bu yeni kitabın ilk öyküsünde; ''Nenem Buldu Beni''de Mervan'ı bulan Dunya Kadın Cazibe İstasyonu'nun ''Tuhaf Su''yunda uğurluyor. Bilemeyiz, ''O İncir Nerde Şimdi''deki komutan ya da ''Baba-Oğul-Asker''deki ''devre''dir belki emekli olup Cazibe İstasyonu'na giden yolda Belediye Başkanı olan.

Önceki kitaplarından tanıdığımız ''sade-sıradan-bizden kahramanlar''ın başından geçenleri dinlemeye devam ediyoruz bir yanıyla ama ''ve olaylar gelişir'', yazar bizi elimizden tutup gözünün gördüğü kadar ilerdeki bir dünyaya götürür: Ekmek ve Zeytin'deki ''Hidrojeoloji Mühim Mevzu''dan bildiğimiz, cesetlerin atıldığı baraj gölü ve dahi ''Musul'da Bir Göl'' kurumuştur, Cazibe İstasyonu tam da bu nedenle ad olmuştur kitaba. Başka bir deyişleEkmek ve Zeytin'e Su eklenmiştir.

Öykü kitaplarının tüm güzelliğine rağmen bir kusuru olur bazen: Dergilerde, sitelerde şahane birer ''teklik'' olarak okuduğumuz öyküleri bazen bir kitapta bir araya gelmiş halde görünce tedirgin oluruz. Çünkü öykü her ne kadar bağımsız bir ''şey''se de, bir kitapta toplandığında hepsini içeren bir atmosfer kurulmasını, ''kahraman''ların hepsinin birbirine tanıdık gelmesini bekleriz, hatta hep beraber bir çemberin etrafından tutup kaldırmalarını, (ukala) okurun tepesine bir hale gibi koymalarını bekleriz.

İyi kötü, düzenli olarak öykü kitapları alan, okuyan bir okur olarak kitabın ''derleme'' olduğu hissi yaratan, yazarın belli bir izlek, okurun çözeceği bir iç bağlantı üzerinden yazdığı duygusunu sona erdiren, ''bu da elimde kalmasın, sığışıversin bu kitaba'' diye konulmuş öyküler görürüm bazı öykü kitaplarında ve orda kitabı bırakırım. Yama gibi duran öyküye kızarım, ancak bir zaman sonra okunmamış öykülere geri dönebilirim. Ahmet Büke kitapları bu yanıyla da güzeldir: Birbiriyle bütünleşmiş, her biri hısım akraba, birbirine tanıdık öyküleri bir araya getirmesinden dolayı da güzel dururlar kitaplığımda. Genel olarak öykülerde iki ayrı biçim vardı dikkatimi çeken: Başlayan-biten klasik öykülerin yanı sıra, sayfanın altına, üstüne, yanına atılmış çizgiler ya da kutucuklarla yürüyen başka bir paralel öykü -içses kullanıyordu bazı öykülerinde. Kitapta veya içinde yer aldığı öyküde kesinti yaratabileceği halde ustaca kullanıldığı için göze batmayan bu çizgileri, kutucukları seviyorum.

Cazibe İstasyonu'ndaki ''Tuhaf Su'' diğer öykülerden farklı olarak bir ikinci kitap hissi yaratacak kadar uzun ve arkası yarın beklentisi yaratan bir kurguya sahip, bilim-kurgu, bir mini distopya denebilir sanırım. Kitabın ikinci yarısının ''elimde kalması'' ihtimalini de göz önünde bulundurarak bu bölüme tedirgin geçeceğimi düşündüm: ama kitap bittiğinde ''geçiş''i fark etmediğimi gördüm.

Kitap bir de bu bakımdan ayrı bir övgüyü hak ediyor bence. Kitap isminden itibaren, ''Tuhaf Su''ya, Cazibe İstasyonu'na hazırlıyor okuru zaten. ''Tuhaf Su''yun girişi de diğer öykülerle paralel. Bu üzerinde düşünülmüş ve belki de özellikle yumuşatılmış geçiş, tarzın değiştiğini, artık yazar tarif etmezse bilemeyeceğimiz bir istasyonda, yine yazar söylemezse bilemeyeceğimiz durumların gelişeceğini anlıyoruz. Diğer öykülerde açıktan söylemeden bildirdiği, tarihlerle ya da başka göndermelerle okura sezdirdiği dış dünya ''bildiğimiz dünya''dır, ''Tuhaf Su''daki ise ''bizi bekleyen dünya''. Politik çekişmelerin, askeri çatışmaların, kent hayatıyla bütünleşmiş ölümlerin-kalımların ortasında yüreğimiz ağzımızda ömür tüketirken, ''hey gidi koca dünya'' altımızdan kayıp gitmektedir ve Ahmet Büke yitirmekte olduğumuz her ne varsa onun öyküsünü yazmaktadır zaten.

Cazibe İstasyonu'nda iki bölüm var: ''Taşın Dediği'' ve ''Tuhaf Su''.

''Tuhaf Su''da, bildiğimiz, artık tanış sayılabileceğimiz mahalleliden ve memleket hallerinden başka bir zamana, suyun tükendiği, su yataklarından kovulmuşların Su Rejisine, suyu kontrol edenlerin de kendi sistemlerine mahkum olduğu bir zamana geçirir bizi Ahmet Büke. Kitabı bitirip de içimizde çizgi-bilim-kurgu film tadında görüntüler kaldığında, gelecek dünya ile ilgili tasavvurumuzdan umut eksilmemiştir hala: Hem ''... insanı böyle borçlu bırakacak kadar sevmek iyilik değil''dir zaten, hem de Dünya Ronlulara kızkardeş olmuştur.

Ahmet Büke'yi neden sevmeli?

Cumartesi Anneleri, hapishaneler, iş cinayetleri, asker ölümleri; savaş, yoksulluk, kimsesizlik, içimizdeki ve dışımızdaki deli, nar ağacı, asma yaprakları, kediler, karıncalar, ''gök parçası, dal demeti, kuş tüyü'', yaşama dair her şey var öykülerinde. Çünkü ayık bir adam Ahmet Büke. Ama ''ayık olan mükelleftir'' diye dert ettiğinden yazdığını sanmıyorum: politik olanı hayatımızın ve haberlerin içinden geçtiği kadarıyla, kalbimizin üzerinden geçtiği gibi yazıyor sadece. Ama gözyaşımıza neden olan neyse işte, tam da orasından yakalayıp yazıyor. Yazarlığı, üzerinde çalışılmış bir tavır gibi durmuyor, susmak ve söylemek arasında bir tercih yapmış da söylemeyi-yazmayı seçmiş gibi değil, sadece böylesi kolayına geldiği için yazıyor sanki. Yazarken ''çok söylemek, çok eylemek'' derdindekilerin anlam yitirten kabalıklarına ve kalabalıklarına bir taşralı ürkekliği ile bakıyor belki, bakıyor da kendini ve okurunu sakınıyor bu kuru gürültüye bulanmaktan.

Taşrada terbiye olmuş çocuk ruhlarımız ve iyilik-güzellikten yana olmaktan başkaca bir şey istememiş gençliğimizin izleri var öykülerinde. Bugün geriye dönüp baktığımızda avlularından mutluluk taşıyormuş gibi hatırladığımız kasaba evlerimizi, delikanlı solculuğumuzdan gelen duyarlılık ve eksik kalanı umut ile tamamlamaya çabalayan naifliğimizi buluyoruz onda: her yeni öyküye geçince ''şimdi neyi hatırlayacağız bakalım'' dedirten bir yakınlıkta duruyor geçmişimize.

İşte tüm bunlara sevindikten sonra, az biraz büyümüş, bu modern dünyada beceriksiz, az ekmek, az huzur peşinde yetişkinliğimizin verdiği ''ağyarini mâni, efradını câmi'' bir bakışla yeniden buluşuyoruz öykünün kısalığında: Bir yandan kediler eteklerimize dolanıyor, deliler önümüzü kesiyor, evrak numaraları tutuşturuluyor annelerin eline, tutanaklarda iki satırla listelerden düşüyorlar adımızı; bir yandan toprak kayıyor altımızdan, sular çekiliyor... aslında yeterince uzun her şey, yeterince anlaşılır, yeterince tadı damakta, yeterince iç sızısı...

Neden kısa yazıyor Ahmet Büke diye bana sorsalar: daha uzunu ''aşırı doz'' olurmuş zaten derim. Gördüğümüz, yaşadığımız, öldüğümüz, düştüğümüz bunca uzunken, okuduğumuz kısa olsun bari...

Öykülerine memleketin tüm ahval ve şeraiti sızdığı için memleket meseleleri için söylediğimiz, onun öyküleri için de söylenebilir oluyor: Uzun lafa gerek yok, acı dedik mi mühimmat sebil zaten memlekette, eski-yeni yaralarla kaplı her yanımız ve dokununca acıyor! Ahmet Büke'nin öyküleri de uzun laflar etmiyor, dokunuyor sadece içimizdeki mühimmata. Acıtıyor bir yandan, ama bu dokunma onmamış yaralarımıza iyi geliyor; çünkü şefkatle sürtüyor bıçağını. Cazibe İstasyonu da okur'a iyi gelsin, ''şifa olsun''.

Sayrı ve kekre vaziyetimizin himmetiyle dileyelim: tez zamanda başka istasyonlarda da buluşsun bizimle. (NGU/HK)

15.10.2012

N.Gün Uzun

Neden Telafi Defterleri?



 

 

Bir bölünme ve kapatılma yaşıyoruz, yıllara yayılacak bir kapatılma bu. 
 
Hapisanelerde tecrite karşı açlık grevleri bugün 41.gününde ve ‘’ben neden bir blog açıyorum’’ diye soruyorum kendime: Kapatılma, yalıtılma, bölünme, insanlar arasına erişilmez uzaklıklar koyma giderek bir toplumsal durum haline dönüşüyor. Dışardaki bölünmeden, yalıtılmışlıktan güç kazanan ‘'dışımızdaki dünya''nın egemenleri, bizim sözcükler çattığımız harflere yazık ederek kurdukları E,M,F,L…  tiplerinden  edindiği deneyimle bizi her yerde tek başına bırakıyor, sonra tek başına yakalıyor, hücrelere, evlere, işyerlerine, alış veriş merkezlerine ve sosyal(!) medya’ya hapsediyor. Modern hayat denilen şey duvarları yükseltiyor, kapı çalma geleneğini yok ediyor, seslerle erişiyoruz birbirimize, ekranlarda görüyoruz doğum günlerini, ölümler ertesinde anlamsız cümleler kuruyoruz birbirimize beceriksizce. Yine de iyi ki ‘’yazı’’ var diyorum, insan olmakla ilgili bir derdi olanların ulaşabileceği kalemler, kitaplar, defterler, klavyeler var.  İyi ki var! Hem bunun, hem de 8 güzel yılımı yılmadan, yanılmadan geçirmeme olanak sağlayan kitapların,defterlerin, mektupların ve insan yüzlerinin hatırına cümleler kurmak gerektiğine inanıyorum hala. Kitaplardan, öykülerden, romanlardan sözetmek, bilmediğimiz dillerden yapılacak çevirileri beklemek iyi geliyor. Kitaplar hakkında ''edemediğimiz'' sohbetler için burası Telafi Defterleri olsun istiyorum.
Aslında eski bir defterim ve bu eski defterin içindeki eski bir yazımdan dolayı buranın adı  ‘telafi defterleri’ oldu. Şimdi onu yeniden okuyup cümle aralarına ekliyorum:
‘’… ve ormanda yol ikiye ayrılır.’’ Ölü Ozanlar Derneği adlı filmde böyle bir cümle kuruludur. İkiye ayrılan yollardan biri çok gidilmiş, belirgin, ‘’yol’’ tanımını hak eden bir yoldur; diğeri çalılıklar arasında kendisini ‘’yol edeceklere’’ meşakkat, korku ve heyecanla örülü bir maceranın davetiyesi gibi duran, az gidilmiş bir patika.

Yazmak benim için başlangıçta ilkiydi: üzerinde fazla düşünmeden, eninde sonunda bir yere ulaştıracağı gibi bir önseziyle, benden öncekilerin bir devamı olarak… Ama zaman içinde gördüm ki ister anayoldan yazmaya başlayın, ister patikadan, bu iki yol mutlaka birbirine çıkıyor,  birbirine ekleniyor.
Paradoksal biçimde kişi çoğu kez kendisine bir mahremiyet alanı, bir kişisel alan yaratmak için yazıyor, bunun için defterler açmanın mahremiyetini tehlikeye atmak olduğu bildiği halde.
 
(…)Yazmak bir noktadan sonra bu yitirilmişliğe, insanı hayattan alıkoyan bu kapatılmaya karşı bir dirence dönüşüyor, yazmakla yaşamak birbirinin yerine geçiyor. Hatta yazmak yaşamak oluyor bazen onun yerine. Gitmediğiniz yolları, inmediğiniz istasyonları, çalamadığınız dost kapılarını, olamadığınız aşkları, gerçekleştiremediğiniz düşleri yazmaya başlıyorsunuz. Ben bu türden yazıların çok olduğu defterlere telafi defterleri diyorum.
Zamanla bu ‘telafi etme’ çabası çalınanın yerine ‘cebinden koyma’ya dönüşüyor. Yaşanılmayanın ya da eksik yaşananın yerine açılmış bu zihinsel oyuklardan, boşluklardan sızıp yayılan yazılar acıtmaya başlıyor. Yazı yaşamın eksikliğini telafi eden bir araçken, sürekli eksikliğini hissettiren, sürekli bir şeyleri arayıp duracağımızı vurgulayan, telafi edemeyen bir araca dönüşüyor.
Son zamanlarda neden yazdığımı, ne yazdığımı, aslında ne yazmak istediğimi soruyorum kendime. Beni yazmaya iten ‘‘edebi kaygılar’’ değildi öteden beri. Böyle bir kaygı edinmeye çalışıyorum. Ancak edebiyatla ilişkim ‘sıkı okur’ olmanın ötesine geçer mi kestiremiyorum. İçimde büyük büyük defterlerim var; insanlardan, bir türlü beceremediğim, ilişkinin hep huzursuz tarafı olarak kaldığım gündelik hayat ilişkilerinden kaçmanın bir olanağı olarak açılmış defterler bunlar. Çoğu kez onlara yazıyorum. Dışımdaki defterlere yazmak ve bunu birilerinin bakışına açmak kendimi sobelemek gibi geliyor biraz, kendi sığınağımı tahrip etmek gibi… Ama zaman geliyor dışımızdaki defterlere sızmaya başlıyor herşey, tutsam mı tutmasam mı diye düşünüp kalıyorum.
‘’Hep huzursuz’’sanız önce kitaplara yaslarsınız gövdenizi, bir kitap ayracı gibi gezer durursunuz. Sonra hiçbir yere yaslanmadan, dimdik ve hayatta kalabilmek için, kendiniz olarak kalabilmek için defterlere koşarsınız. Yine de defterler yetmez, asıl kayıt insanın zihnine ve bedenine düşülür çünkü. ‘’
Böyle demişim yıllar evvel : şimdi daha büyük bir telafi defterim oldu. Daha çok okuduklarımı yazmak isterim buraya: Bakalım ‘’okur ne okur, ne okumaz’’.