9 Aralık 2012 Pazar

UYKUSU BÖLÜNEN ÇOCUKLARA


(Öyküye önsöz olmaz ama bu eski bir öykü olduğu için olur bence:
Bazı öyküler sadece birini özlediğimiz için yazılır: Ben bunu babamı çok özlediğim bir zamanda yazmıştım. Taa 2000'de. Uzaktık ve bir daha görüşüp görüşemeyeceğimiz hiç belli değildi. Özlemekten bile vazgeçmek üzereydim... Duyguları adlandıramamanın acemiliği, öykü yazmanın acemiliğine karışınca böyle bir şey çıkmıştı ortaya. İlk öyküm oldu bu, babama da ilk mektubum. Böyle işte!)
 
 
 

UYKUSU BÖLÜNEN ÇOCUKLARA

    ''Git'' diyen sesin kulağımda, ''Git ama çocuğum benden kaçma...''  Senden ayrılırken, o evden, çocukluğumu geçirdiğim o büyülü koridorlardan, asma kattan, tahta merdivenlerden ayrılırken, gidişimin yıllardır üstüme bir karabasan gibi çöken suskunluktan, durgunluktan kaçma duygusu olduğunu biliyor gibiydin. Aramızda konuşulmamış ve ben bir heykel katılığında durmayı sürdürdükçe de konuşulmayacak ne çok şey vardı seninle. Bana yaklaşmasına izin vermediğim sevecenliğin yine sesinde toplanmıştı tümden: ''Git ama çocuğum benden kaçma...''

      Aramızda bir engel, aşılmaz duvarlar, sanki her saniyesini acıyla hatırladığım uzun yüzyıllar vardı, yüzleşemediğim, anlayamadığım, neresinde olduğumu o çocuk aklımla bir türlü kesinleştiremediğim, gerçek ile düş arasında gidip geldiğim yüzyıllar, mesafeler, çöller...

      Hem gidiyordum, hem kaçıyordum bildiğin gibi, ilişkimizi bir türlü onaramamanın yenikliği ile.

      Sahi her şeyi söyleyebilmenin mümkün olduğu bir yer var mıydı?

      Yüzünün aylasındaki o ince kederi, yatağını kendisi oluşturmuş ırmaklar gibi derinden ve güvenle uzanan, geniş alnındaki çizgileri anımsıyorum: O derin çizgilere artık hiçbir şeyin söylenemez olduğu zamanlarda takılır kalırdı gözlerim. Ve hep gözlerimi başka bir görüntüyle yıkayamayacağım yerlerde olurdu bu... Boğazımda sana hissettirmediğim bir düğümlenmeyle söz'süz, hiçbir ses'in yardımı olmadan içimden geçenleri; hatta daha önce biriktirdiklerimi de anlayıveresin isterdim. Konuşmak zorunda hissetmezdim hiç kendimi, çünkü sözün kifayetsizliğini, anlam yitirten yetmezliğini taa çocukken öğrenmiştim.

     Yüzünün yaşlı kederine çok aykırı bir isyan halindeydi mavi gözlerin; genç, çocuksu, yumuşak... Başka yüzlerde keder hep gözlerde gizlenirdi doğru, ama senin yüzün için geçerli değildi bu...
 

     * * * 

    Çok ateşim var yine. Çocukluğumdaki gibi ağlamaklı bir bakış gelip yerleşiyor yüzüme ateşle birlikte. Okuduğum kitabı kapatıyorum, parmağımı arasına yerleştirerek tek elimle tutuyorum. Elimi örtünün altına kaydırıyorum Küçük Prens’le birlikte. Usulca gözyaşım şakağımı dolaşıp saçlarımın arasına kayıyor. Saçlarımın içinde yitiriyorum o bir kaç damla gözyaşının bıraktığı ıslaklık hissini...

        Kitabın arasından parmağımı çekmedim henüz: ‘’ Bu gece gelme, acı çekiyormuşum gibi olacak, biraz da ölüyormuşum gibi.’’ Okuduğum son cümleler kafamda dolanıp duruyor. Belki de doğru anımsamıyorum, muhtemel ki yazar böyle sıralamamıştır sözcükleri. Ama kurulu cümleler benim artık, istediğim, sevdiğim gibi sıralarım. Bazı kitapları okuduktan sonra ‘’benim’’ zannettiğim cümleler kalır hep böyle dilimde. ‘’Geçmişte bir yerde, birisine mutlaka söylemiştim bunları’’ dediğim türden: ‘’Bu gece gelme. Acı çekiyormuşum gibi olacak... Biraz da ölüyormuşum gibi...’’ Düşlerime geliyorsun, konuşamıyorum. ‘’Özlemek’’ bu mu acaba? Hissettiklerimi adlandırmaya çalışıyorum böylesi zamanlarda,’’özlem’’ sık sık aklımdan geçiyor, ama değil sanırım. Özlemek nedir, tanımını yapamadım ben. Özlemeyi öğrenemeyecek olanlardanım, uykusu bölünen bütün çocuklar gibi. Özlemek acının tariflerinden biri gibi ama adını koyamıyorum. Yüzün düşlerimde asılı kalıyor, konuşamıyorum.

          Yüzünün yaşlı çizgilerini karşımda görüyorum şimdi, uzun uzun biriktirdiklerimi anlatıyorum sana dair. Özlemek değil ama bu! Ateşim yükseldikçe kırılganlaşıyorum, gerçeğin çizgileri keskinliğini yitiriyor. Düş bu, biliyorum ki karşımdaki suret gerçek olsa, sadece susarak çizgilerini seyretmekle yetineceğim. Hayır, söylemek istediklerim özlemden kaynaklanmıyor, bir hesaplaşma belki de, ödeşme. Sadece duymayı hakettiklerini, gerçekten senin olanları, sana söyleyemeden ölürsen, kendime, içimdeki adalet duygusuna karşı kendimi suçlu hissedeceğim. Hep yenik kalacağım bu yüzden...

           Sahici bir öykü tadındaydı babamla yaşantımız. Babamla dediğime bakma, o, bu sözü benden hiç duymadı. Feodal bir ağırbaşlılıkla büyük amcama bağışladığı ‘’baba’’lığı yıllar yılı amcamlardan uzak kentlerde, kasabalarda yaşadığımız halde ona hiç geri dönmedi. Yalnızca küçük kardeşimiz ona bu kıvancı yaşattı; yıllar sonra beşinci çocuğu ile ilk kez ‘’baba’’ oldu babam. Yusuf ona baba diyerek büyüdü.

          Kasaba akşamlarının tenhalığında herkes gündelik koşuşturmacalarını bitirip de erken sayılabilecek bir saatte evde toplandığında babam anılar anlatırdı. Sonraları çok insan tanıdım onun yaşlarında ama kendi geçmişine karşı bu kadar coşkulu, acılarına karşı bu kadar sevecen, kendi serüveni ile barışık olanı azdı aralarında.

         Okuduğumuz çocuk dergilerinden birinde Afrika’ya aslan avına gitmiş bir avcının çizgi romanı vardı: Taraskonlu Tartarin. Tıpkı babam gibi ‘’şişko’’, tıpkı babam gibi vücudu geçmiş yaşamının izleriyle dolu, tıpkı babam gibi konuşkan... Anılarına başlayınca Taraskonlu Tartarin oluyordu babam bizler için. Çünkü anlattıkları dingin kasaba yaşamı içinde çocukluğunu yaşayan bizler için o Afrikalı aslan avcısının serüvenleri kadar uzak, onlar gibi inanılmazdı. O yıllardaki babaların giydiği türden, çubuklu, önü düğmeli üst pijamasının yakasını geriye atıverip sağ göğsünün üzerinden omzuna doğru yol alan tekerlek izlerini göstermese, üzerinden geçen otomobile, albümün siyah karton sayfalarının dört kenarındaki çentiklere takılı fotoğraflardan babamla birlikte bize bakan pos bıyıklı, kruvaze ceketli, heykel duruşlu külhanbeyleri olmasa, ‘’mapusdamı’’ hikayelerine; annemin sessiz bir töreni andıran ağlamaları olmasa, ağabeyimle birlikte hep gülerek anlattıkları baba-oğul gidilen işkence tezgahındaki konuşmalara, 12 Eylül günlerine... Hiçbir anıya inanmayacaktık izler olmasa...Zaman zaman bütün bu anıların, acıyla serüvenin iç içe geçtiği bu söylencelerin tek bir kişinin geçmişine ait olması inanılmaz gelirdi.

        Doğarken annesini yitirmişti. Onu büyüten sütanneyi büyük bir sevgiyle, bazen gözleri yaşararak anımsardı. ‘’İşte o güzel kadının adını sana verdim’’ diyerek öperdi beni. ‘O güzel kadın’ın yerine de sevilerek geçti çocukluğum.

        Sonra onüç-ondört yaşlarındayken kan davası nedeniyle cinayet! Babam yaşlı amcasıyla birlikte ‘’ver elini mapus damı’’.1950’lerden az öncedir ve yazar Kemal Tahir de komünistliğinden dolayı yatmaktadır Çorum Cezaevinde.

         O hayıflanarak ‘’elimizi kana buladık, elimizin kanıyla’’ dedikçe ellerine yönelen çocuk bakışlarımızdan kurtulmak için okunan Nazım şiirleri. Nazım Bursa’da hapistedir ve Kemal Tahir’e mektuplarıyla şiirlerini de göndermektedir. Çorum Cezaevinde Kemal Tahir Nazım’ın şiirlerini okudukça ‘’elinin kanıyla’’ ezberlemiştir onları mahpus babam.

          Dışarıya çıktığında okumaya-yazmaya, aydınlığa hevesli bir genç adam olmuştur artık. Çorum’dan Ankara’ya ‘ölmemek-öldürmemek’ için gelir, ’köyde de hayat kalmamış’tır zaten. Hapisten çıkmalarına az bir zaman kala yaşlı amcası içerde ‘hasretlikten’ ölmüştür, sütannesi ‘o güzel kadın’ da dışarda...

         Sonra renklenirdi hikayemiz. Kentin şaşkınlık yaratan yaşamı, annemle evlilik, topraktan kopuş, Almanya’ya yolculuk. Bambaşka bir dünyaya aralanan kapılar... Ardından tercümesi gelecek olan Almanca diyaloglarla anlatılırdı bazı olaylar, kahkahalar karışırdı akşamın güzelliğine.

         Geri dönüş, mücadele, devrimcilik... Hepimizin az çok tanıklık ettiği, uzundan kıyısından hatırladığı zamanlara gelirdik. 12 Eylül günlerini o içerden biz dışardan anlatırdık. Ama hep, hep bir şeyler atlanırdı, herkes ağız birliği etmiş gibi ‘’sen biraz hastaydın, belki hatırlamazsın’’ diye seslerini yumuşatarak anlatırlardı bana dair olanları. Annem ‘’seninle görüşe gitmiştik’’ dese kıyamet kopardı içimde. Kim doğru, kim yalan anlayamazdım. Bildiğim, anımsadığım görüşe götürülmediğimdi çünkü.

          Hatta kaç kez annem bensiz gittiği görüşten döndüğünde, evde beni ölmüş bulsun diye inatla yattığım mutfağın beton zemininde uyuyakalmıştım. Soğuktan ölünebileceğini zannederdim o zamanlar.

          Herkesin sesinin yumuşadığını, sözcükleri özenle seçerek konuştuklarını fark ederdim, çünkü o yıllar benim suskunluk yıllarımdı. Askerler babamı almaya geldiklerinde, elimde annemin yazdığı alış veriş listesi ile sanayi çarşısının o karanlık dükkanında olmam, yalnızca bu mu, tüm 12 Eylül ‘’annemin suçu’’ydu ona kalırsa. Oysa susmamın nedeni orada olup biteni anlatabileceğim sözcükleri bulamıyor olmamdı yalnızca. Henüz öğrenememiştim kıyıcılığın dilbilgisini, noktalama  işaretlerini.

          Babam aklıma her geldiğinde nefesim daralırdı, her görüş sonrası günlerce ateş, sayıklama, astım krizleriyle geçerdi. Sesim çıkmazdı istesem de, uzun sürmüş bir uykudan uyanmaya çalışır gibi olurdum ama bir türlü uyanamazdım. Sonra, içerden konulan görüş yasağı:’’Baban seni görüşe götürmemi istemiyor, çünkü her görüş sonrası hasta oluyorsun! Zaten bir ‘nasılsın’ bile demedin.’’ Yetmezmiş gibi, bir de okul defterime düşülen not:’’Cuma günleri de okula gelsin.’’

           Aklımdan bunları uydurmuş mu olduğumu geçirirken annemle göz göze gelirdik istemesek de. Uydurmuş muydum sahiden çocuk aklımla. Suskunluğumdan ya da götürülmediğim görüşlerden bahsedilmezdi anlatılırken. Gizli bir anlaşma gibi, hatırlanmasında sakınca olmayan, güzel, çokluk da komik olaylar gelirdi herkesin aklına.

           12 Eylül karanlığı yavaş yavaş yerini tamiri mümkün olmayan acılara bırakarak ‘’anı’’ oldu hepimiz için. Babam dışarı çıktı. Ama ben onunla yokluğuna dair hiç konuşamadım. Aramızda hep bir tel örgü kaldı o günlerden.
 

            Akşam biter, gece üstümüze çökerdi. Babam geceyi güzel kapatmak için olacak, mutlaka katıla katıla güleceğimizi bildiği bir şeye atlayıverirdi ustaca. Bazen o kadar çok gülerdik ki sonraki bir kaç gün, aklımıza geldikçe devam ederdi kardeşler arasında o gülme seansları.

            Babam geçmişini severdi, serüvenini, hikayesini hepimizin, ailemizin geçmişi haline getirebilmek için de anlatır, anlatırdı. Üç-dört yılda bir taşındığımız kentlerde, kasabalarda, topraksız, köksüz, memleketsiz bir kuşak olarak büyüdüğümüze hayıflanır, nereye ait olduğumuzu belletmek için de anlatır, anlatırdı: Ama o bizim için Taraskonlu Tartarin’di.

            Yaşamlarımız, çocukluklarımız o kadar sadeydi ki, anlattıkları, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar gibiydi; beğendiklerimizi tekrar tekrar dinlemekten bıkmazdık ama bir türlü de ‘olayın kahramanı’ olamazdık. Bize uzaktı, hissetmezdik, bunu bilirdik.

           O zamanlar bütün evlerin bizimki gibi şen gürültülerle, hüzünlü anılarla, kahkahalarla dolu olduğunu zannederdik. Bütün babaların da bi dolu serüveni olduğunu… Sokakta geçirdiğimiz vakitler arttıkça, oyundaki, okuldaki çocukların pek de bize benzemediğini fark ettikçe anladık ki sevgi her eve eşit dağıtılmamış mahallemizde.  Yaz akşamlarının geçirildiği büyük balkondaki ışıkların aydınlattığı yüzler bizimkine benzemiyor, kahkahalar taşmıyor sokağa.


* * *

            Büyüdükçe evde geçirilen saatler azalır oldu. Ben denize akşam yüzmesine giderken, annemle babam ipte asılı bir çift gömlek gibi olurlardı. Hastanenin yüksek duvarlarını dönen caddede kayboluncaya kadar arkamdan bakarlardı, ne zaman dönüp onlara baksam rüzgar ipteki gömlekleri havalandırmış gibi olurdu; el sallarlardı birlikte. Bilirdim ki ben dönünceye kadar onlar gözleri caddede, oturup sohbet etmeye devam edecekler.

            Bazen yolu uzatıp onların beklediği yerden değil, tam tersi yöndeki caddeden gelirdim eve. Balkondan gözükmeyecek biçimde apartman kapısından süzülüp, merdivenleri üçer beşer zıplayarak bir solukta enselerinde bitiverirdim. Bazen usulca sohbetlerine karışırdım devam ederlerdi, bazense bekleme törenini hiç bozmadan şöyle bir görünür gider yatardım. Onlar ‘’sayım’’ı tamamlamak için diğer çocuklarını da bekleyeceklerdi nasılsa.

           Birilerinin beni beklemesi bugün artık tahammül edemediğim bir duygu. Beklenmek… Hayatımızın üzerine çöken bir buyruk gibiydi. Denizin en uzak yerinden geri dönüp kıyıya doğru yüzmeye başladığım andan itibaren, kumsalda beni bekleyen bir çift gömlek olurdunuz yeniden. Her kulacım size bir an önce ulaşmanın telaşında, sizi rahatlatmak, uykuya göndermek için atılırdı. Sudan çıkıp eve doğru yürümeye başladığımda bile karada size doğru kulaç atar gibi hissederdim gövdemi. Balkonun altına kadar yüzerdim yüzerdim sanki. Sevginizin zinciriyle çekiliyormuşum gibi hissederdim.

            Aradan uzun yıllar geçti. Yüzünün aylasındaki ince keder bu yıllarda derinleşmiş. Ve ben bu yıllarda çok kereler yeniden öğrenmiş olmalıyım her şeyin söylenebileceği bir yerin olmadığını, sözcüklerin anlamı taşımaya yetmediğini… Asla içimden çok kereler kurduğum halde hissettiklerimi sana söyleyemeyeceğimi, bunu hep seni tanımayan üçüncü şahıslarla paylaşacağımı…

             Zaman bazı sevgileri taşınmaz, bazı acıları tamir edilmez kılıyor. Suskunun hükmüne terk ediyoruz içimizdekileri. Ne ben, ne de diğer kardeşlerim, yaşadığımız çağın başkalığından olsa gerek, senin kadar sevecen olamadık ne kendi geçmişimize karşı, ne de sevdiklerimize karşı.

             Ben yıllar sonra döndüğüm o kıyı kasabasında çocukluğumun sana karşı şaşkınlığını yaşadım yeniden: Anlattıklarını, seni, artık bembeyaz olmuş saçlarının gölge yaptığı geniş alnını -kırışık denilemez onlara- kesin ve derin, birbirine uzak aralıklarla, alnını boydan boya geçen çizgilerini seyrediyorum içimden seninle konuşurken.
 

* * * 

       Ateşim gittikçe yükseliyor, zihnim açık ama düş görüyorum, düş gördüğümü biliyorum. Zaman zaman sesim mırıltı halinde kulaklarıma çalınıyor. Çok uzaktan geliyormuş gibi, başkasının sesiymiş gibi. Aşina olduğum ama adını bir türlü koyamadığım bir ezgi gibi. ‘’Belki de sayıklıyorum’’ diye geçiriyorum içimden. Zihnimin berraklığı şaşırtıyor beni, ancak vücuduma söz geçiremiyorum. Yüzün hala karşımda… Hayır, özlemek değil bu!

             Öldüğünü zannediyorum yalnızca… Söylemek istediklerimi, biriktirip hep sonraya bıraktıklarımı bilesin istiyorum. Yeterince yaşlandıysan ve serüvenini tamamladıysan ve illa ki öleceksen – insan isteyerek ölebilmeli derdin ya!- beni dinleyip öyle öl lütfen! Aramızda kalan tel örgünün ilmeklerinden sesim geçebilsin.

              Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş, sizden kilometrelerce uzaktaki başka bir kıyı kasabasının deniz görmeyen pencerelerinde çocukluğumu, Taraskonlu Tartarin’in anılarıyla şenlenen, mahalleye taşan gürültüleriyle kalabalık evimizi… İlkgençliğimi, o günlerde hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dostluklarımı, sevgilerimi… Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş. Ve özledikçe öldürüyorum sevdiklerimi…

              Kimbilir belki de hesaplaşamamanın, söylenemeyenin; yüzleşememenin karanlığında kendimi öldürmekteyim usulca. Bir katil gibi dolanıyorum ortalıkta: Özlem cinayettir çünkü uykusu bölünen çocuklara.