(Öyküye önsöz olmaz ama bu eski bir öykü olduğu için olur bence:
Bazı öyküler sadece birini özlediğimiz için yazılır: Ben bunu babamı çok özlediğim bir zamanda yazmıştım. Taa 2000'de. Uzaktık ve bir daha görüşüp görüşemeyeceğimiz hiç belli değildi. Özlemekten bile vazgeçmek üzereydim... Duyguları adlandıramamanın acemiliği, öykü yazmanın acemiliğine karışınca böyle bir şey çıkmıştı ortaya. İlk öyküm oldu bu, babama da ilk mektubum. Böyle işte!)
UYKUSU
BÖLÜNEN ÇOCUKLARA
''Git'' diyen sesin kulağımda, ''Git ama
çocuğum benden kaçma...'' Senden ayrılırken, o evden, çocukluğumu geçirdiğim o büyülü
koridorlardan, asma kattan, tahta merdivenlerden ayrılırken, gidişimin yıllardır
üstüme bir karabasan gibi çöken suskunluktan, durgunluktan kaçma duygusu
olduğunu biliyor gibiydin. Aramızda konuşulmamış ve ben bir heykel katılığında
durmayı sürdürdükçe de konuşulmayacak ne çok şey vardı seninle. Bana
yaklaşmasına izin vermediğim sevecenliğin yine sesinde toplanmıştı tümden:
''Git ama çocuğum benden kaçma...''
Aramızda bir engel, aşılmaz duvarlar,
sanki her saniyesini acıyla hatırladığım uzun yüzyıllar vardı, yüzleşemediğim,
anlayamadığım, neresinde olduğumu o çocuk aklımla bir türlü
kesinleştiremediğim, gerçek ile düş arasında gidip geldiğim yüzyıllar,
mesafeler, çöller...
Hem gidiyordum, hem kaçıyordum bildiğin
gibi, ilişkimizi bir türlü onaramamanın yenikliği ile.
Sahi her şeyi söyleyebilmenin mümkün
olduğu bir yer var mıydı?
Yüzünün aylasındaki o ince kederi,
yatağını kendisi oluşturmuş ırmaklar gibi derinden ve güvenle uzanan, geniş alnındaki
çizgileri anımsıyorum: O derin çizgilere artık hiçbir şeyin söylenemez olduğu
zamanlarda takılır kalırdı gözlerim. Ve hep gözlerimi başka bir görüntüyle
yıkayamayacağım yerlerde olurdu bu... Boğazımda sana hissettirmediğim bir
düğümlenmeyle söz'süz, hiçbir ses'in yardımı olmadan içimden geçenleri; hatta
daha önce biriktirdiklerimi de anlayıveresin isterdim. Konuşmak zorunda
hissetmezdim hiç kendimi, çünkü sözün kifayetsizliğini, anlam yitirten
yetmezliğini taa çocukken öğrenmiştim.
Yüzünün yaşlı kederine çok aykırı bir
isyan halindeydi mavi gözlerin; genç, çocuksu, yumuşak... Başka yüzlerde keder
hep gözlerde gizlenirdi doğru, ama senin yüzün için geçerli değildi bu...
* * *
Çok ateşim var yine. Çocukluğumdaki gibi
ağlamaklı bir bakış gelip yerleşiyor yüzüme ateşle birlikte. Okuduğum kitabı
kapatıyorum, parmağımı arasına yerleştirerek tek elimle tutuyorum. Elimi
örtünün altına kaydırıyorum Küçük Prens’le birlikte. Usulca gözyaşım şakağımı
dolaşıp saçlarımın arasına kayıyor. Saçlarımın içinde yitiriyorum o bir kaç
damla gözyaşının bıraktığı ıslaklık hissini...
Kitabın arasından parmağımı çekmedim henüz:
‘’ Bu gece gelme, acı çekiyormuşum gibi olacak, biraz da ölüyormuşum gibi.’’
Okuduğum son cümleler kafamda dolanıp duruyor. Belki de doğru anımsamıyorum,
muhtemel ki yazar böyle sıralamamıştır sözcükleri. Ama kurulu cümleler benim
artık, istediğim, sevdiğim gibi sıralarım. Bazı kitapları okuduktan sonra
‘’benim’’ zannettiğim cümleler kalır hep böyle dilimde. ‘’Geçmişte bir yerde,
birisine mutlaka söylemiştim bunları’’ dediğim türden: ‘’Bu gece gelme. Acı
çekiyormuşum gibi olacak... Biraz da ölüyormuşum gibi...’’ Düşlerime
geliyorsun, konuşamıyorum. ‘’Özlemek’’ bu mu acaba? Hissettiklerimi
adlandırmaya çalışıyorum böylesi zamanlarda,’’özlem’’ sık sık aklımdan geçiyor,
ama değil sanırım. Özlemek nedir, tanımını yapamadım ben. Özlemeyi
öğrenemeyecek olanlardanım, uykusu bölünen bütün çocuklar gibi. Özlemek acının
tariflerinden biri gibi ama adını koyamıyorum. Yüzün düşlerimde asılı kalıyor,
konuşamıyorum.
Yüzünün yaşlı çizgilerini karşımda
görüyorum şimdi, uzun uzun biriktirdiklerimi anlatıyorum sana dair. Özlemek
değil ama bu! Ateşim yükseldikçe kırılganlaşıyorum, gerçeğin çizgileri
keskinliğini yitiriyor. Düş bu, biliyorum ki karşımdaki suret gerçek olsa, sadece
susarak çizgilerini seyretmekle yetineceğim. Hayır, söylemek istediklerim
özlemden kaynaklanmıyor, bir hesaplaşma belki de, ödeşme. Sadece duymayı
hakettiklerini, gerçekten senin olanları, sana söyleyemeden ölürsen, kendime,
içimdeki adalet duygusuna karşı kendimi suçlu hissedeceğim. Hep yenik kalacağım
bu yüzden...
Sahici bir öykü tadındaydı babamla
yaşantımız. Babamla dediğime bakma, o, bu sözü benden hiç duymadı. Feodal bir
ağırbaşlılıkla büyük amcama bağışladığı ‘’baba’’lığı yıllar yılı amcamlardan
uzak kentlerde, kasabalarda yaşadığımız halde ona hiç geri dönmedi. Yalnızca
küçük kardeşimiz ona bu kıvancı yaşattı; yıllar sonra beşinci çocuğu ile ilk
kez ‘’baba’’ oldu babam. Yusuf ona baba diyerek büyüdü.
Kasaba akşamlarının tenhalığında
herkes gündelik koşuşturmacalarını bitirip de erken sayılabilecek bir saatte
evde toplandığında babam anılar anlatırdı. Sonraları çok insan tanıdım onun
yaşlarında ama kendi geçmişine karşı bu kadar coşkulu, acılarına karşı bu kadar
sevecen, kendi serüveni ile barışık olanı azdı aralarında.
Okuduğumuz çocuk dergilerinden birinde
Afrika’ya aslan avına gitmiş bir avcının çizgi romanı vardı: Taraskonlu Tartarin.
Tıpkı babam gibi ‘’şişko’’, tıpkı babam gibi vücudu geçmiş yaşamının izleriyle
dolu, tıpkı babam gibi konuşkan... Anılarına başlayınca Taraskonlu Tartarin
oluyordu babam bizler için. Çünkü anlattıkları dingin kasaba yaşamı içinde
çocukluğunu yaşayan bizler için o Afrikalı aslan avcısının serüvenleri kadar
uzak, onlar gibi inanılmazdı. O yıllardaki babaların giydiği türden, çubuklu,
önü düğmeli üst pijamasının yakasını geriye atıverip sağ göğsünün üzerinden
omzuna doğru yol alan tekerlek izlerini göstermese, üzerinden geçen otomobile,
albümün siyah karton sayfalarının dört kenarındaki çentiklere takılı
fotoğraflardan babamla birlikte bize bakan pos bıyıklı, kruvaze ceketli, heykel
duruşlu külhanbeyleri olmasa, ‘’mapusdamı’’ hikayelerine; annemin sessiz bir
töreni andıran ağlamaları olmasa, ağabeyimle birlikte hep gülerek anlattıkları
baba-oğul gidilen işkence tezgahındaki konuşmalara, 12 Eylül günlerine... Hiçbir
anıya inanmayacaktık izler olmasa...Zaman zaman bütün bu anıların, acıyla
serüvenin iç içe geçtiği bu söylencelerin tek bir kişinin geçmişine ait olması
inanılmaz gelirdi.
Doğarken annesini yitirmişti. Onu
büyüten sütanneyi büyük bir sevgiyle, bazen gözleri yaşararak anımsardı. ‘’İşte
o güzel kadının adını sana verdim’’ diyerek öperdi beni. ‘O güzel kadın’ın
yerine de sevilerek geçti çocukluğum.
Sonra onüç-ondört yaşlarındayken kan
davası nedeniyle cinayet! Babam yaşlı amcasıyla birlikte ‘’ver elini mapus
damı’’.1950’lerden az öncedir ve yazar Kemal Tahir de komünistliğinden dolayı
yatmaktadır Çorum Cezaevinde.
O hayıflanarak ‘’elimizi kana buladık,
elimizin kanıyla’’ dedikçe ellerine yönelen çocuk bakışlarımızdan kurtulmak
için okunan Nazım şiirleri. Nazım Bursa’da hapistedir ve Kemal Tahir’e
mektuplarıyla şiirlerini de göndermektedir. Çorum Cezaevinde Kemal Tahir
Nazım’ın şiirlerini okudukça ‘’elinin kanıyla’’ ezberlemiştir onları mahpus
babam.
Dışarıya çıktığında okumaya-yazmaya,
aydınlığa hevesli bir genç adam olmuştur artık. Çorum’dan Ankara’ya
‘ölmemek-öldürmemek’ için gelir, ’köyde de hayat kalmamış’tır zaten. Hapisten
çıkmalarına az bir zaman kala yaşlı amcası içerde ‘hasretlikten’ ölmüştür,
sütannesi ‘o güzel kadın’ da dışarda...
Sonra renklenirdi hikayemiz. Kentin
şaşkınlık yaratan yaşamı, annemle evlilik, topraktan kopuş, Almanya’ya
yolculuk. Bambaşka bir dünyaya aralanan kapılar... Ardından tercümesi gelecek
olan Almanca diyaloglarla anlatılırdı bazı olaylar, kahkahalar karışırdı
akşamın güzelliğine.
Geri dönüş, mücadele, devrimcilik... Hepimizin
az çok tanıklık ettiği, uzundan kıyısından hatırladığı zamanlara gelirdik. 12
Eylül günlerini o içerden biz dışardan anlatırdık. Ama hep, hep bir şeyler atlanırdı,
herkes ağız birliği etmiş gibi ‘’sen biraz hastaydın, belki hatırlamazsın’’
diye seslerini yumuşatarak anlatırlardı bana dair olanları. Annem ‘’seninle
görüşe gitmiştik’’ dese kıyamet kopardı içimde. Kim doğru, kim yalan
anlayamazdım. Bildiğim, anımsadığım görüşe götürülmediğimdi çünkü.
Hatta kaç kez annem bensiz gittiği
görüşten döndüğünde, evde beni ölmüş bulsun diye inatla yattığım mutfağın beton
zemininde uyuyakalmıştım. Soğuktan ölünebileceğini zannederdim o zamanlar.
Herkesin sesinin yumuşadığını,
sözcükleri özenle seçerek konuştuklarını fark ederdim, çünkü o yıllar benim
suskunluk yıllarımdı. Askerler babamı almaya geldiklerinde, elimde annemin
yazdığı alış veriş listesi ile sanayi çarşısının o karanlık dükkanında olmam,
yalnızca bu mu, tüm 12 Eylül ‘’annemin suçu’’ydu ona kalırsa. Oysa susmamın
nedeni orada olup biteni anlatabileceğim sözcükleri bulamıyor olmamdı yalnızca.
Henüz öğrenememiştim kıyıcılığın dilbilgisini, noktalama işaretlerini.
Babam aklıma her geldiğinde nefesim
daralırdı, her görüş sonrası günlerce ateş, sayıklama, astım krizleriyle
geçerdi. Sesim çıkmazdı istesem de, uzun sürmüş bir uykudan uyanmaya çalışır
gibi olurdum ama bir türlü uyanamazdım. Sonra, içerden konulan görüş
yasağı:’’Baban seni görüşe götürmemi istemiyor, çünkü her görüş sonrası hasta
oluyorsun! Zaten bir ‘nasılsın’ bile demedin.’’ Yetmezmiş gibi, bir de okul
defterime düşülen not:’’Cuma günleri de okula gelsin.’’
Aklımdan bunları uydurmuş mu
olduğumu geçirirken annemle göz göze gelirdik istemesek de. Uydurmuş muydum
sahiden çocuk aklımla. Suskunluğumdan ya da götürülmediğim görüşlerden
bahsedilmezdi anlatılırken. Gizli bir anlaşma gibi, hatırlanmasında sakınca
olmayan, güzel, çokluk da komik olaylar gelirdi herkesin aklına.
12 Eylül karanlığı yavaş yavaş yerini
tamiri mümkün olmayan acılara bırakarak ‘’anı’’ oldu hepimiz için. Babam dışarı
çıktı. Ama ben onunla yokluğuna dair hiç konuşamadım. Aramızda hep bir tel örgü
kaldı o günlerden.
Akşam biter, gece üstümüze çökerdi.
Babam geceyi güzel kapatmak için olacak, mutlaka katıla katıla güleceğimizi
bildiği bir şeye atlayıverirdi ustaca. Bazen o kadar çok gülerdik ki sonraki
bir kaç gün, aklımıza geldikçe devam ederdi kardeşler arasında o gülme
seansları.
Babam geçmişini severdi, serüvenini,
hikayesini hepimizin, ailemizin geçmişi haline getirebilmek için de anlatır,
anlatırdı. Üç-dört yılda bir taşındığımız kentlerde, kasabalarda, topraksız,
köksüz, memleketsiz bir kuşak olarak büyüdüğümüze hayıflanır, nereye ait
olduğumuzu belletmek için de anlatır, anlatırdı: Ama o bizim için Taraskonlu
Tartarin’di.
Yaşamlarımız, çocukluklarımız o
kadar sadeydi ki, anlattıkları, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar
gibiydi; beğendiklerimizi tekrar tekrar dinlemekten bıkmazdık ama bir türlü de
‘olayın kahramanı’ olamazdık. Bize uzaktı, hissetmezdik, bunu bilirdik.
O zamanlar bütün evlerin bizimki
gibi şen gürültülerle, hüzünlü anılarla, kahkahalarla dolu olduğunu
zannederdik. Bütün babaların da bi dolu serüveni olduğunu… Sokakta geçirdiğimiz
vakitler arttıkça, oyundaki, okuldaki çocukların pek de bize benzemediğini fark
ettikçe anladık ki sevgi her eve eşit dağıtılmamış mahallemizde. Yaz akşamlarının geçirildiği büyük balkondaki
ışıkların aydınlattığı yüzler bizimkine benzemiyor, kahkahalar taşmıyor sokağa.
* * *
Büyüdükçe evde geçirilen saatler
azalır oldu. Ben denize akşam yüzmesine giderken, annemle babam ipte asılı bir
çift gömlek gibi olurlardı. Hastanenin yüksek duvarlarını dönen caddede
kayboluncaya kadar arkamdan bakarlardı, ne zaman dönüp onlara baksam rüzgar
ipteki gömlekleri havalandırmış gibi olurdu; el sallarlardı birlikte. Bilirdim
ki ben dönünceye kadar onlar gözleri caddede, oturup sohbet etmeye devam
edecekler.
Bazen yolu uzatıp onların beklediği
yerden değil, tam tersi yöndeki caddeden gelirdim eve. Balkondan gözükmeyecek
biçimde apartman kapısından süzülüp, merdivenleri üçer beşer zıplayarak bir
solukta enselerinde bitiverirdim. Bazen usulca sohbetlerine karışırdım devam
ederlerdi, bazense bekleme törenini hiç bozmadan şöyle bir görünür gider
yatardım. Onlar ‘’sayım’’ı tamamlamak için diğer çocuklarını da bekleyeceklerdi
nasılsa.
Birilerinin beni beklemesi bugün
artık tahammül edemediğim bir duygu. Beklenmek… Hayatımızın üzerine çöken bir
buyruk gibiydi. Denizin en uzak yerinden geri dönüp kıyıya doğru yüzmeye
başladığım andan itibaren, kumsalda beni bekleyen bir çift gömlek olurdunuz
yeniden. Her kulacım size bir an önce ulaşmanın telaşında, sizi rahatlatmak,
uykuya göndermek için atılırdı. Sudan çıkıp eve doğru yürümeye başladığımda
bile karada size doğru kulaç atar gibi hissederdim gövdemi. Balkonun altına
kadar yüzerdim yüzerdim sanki. Sevginizin zinciriyle çekiliyormuşum gibi
hissederdim.
Aradan uzun yıllar geçti. Yüzünün
aylasındaki ince keder bu yıllarda derinleşmiş. Ve ben bu yıllarda çok kereler
yeniden öğrenmiş olmalıyım her şeyin söylenebileceği bir yerin olmadığını,
sözcüklerin anlamı taşımaya yetmediğini… Asla içimden çok kereler kurduğum
halde hissettiklerimi sana söyleyemeyeceğimi, bunu hep seni tanımayan üçüncü
şahıslarla paylaşacağımı…
Zaman bazı sevgileri taşınmaz,
bazı acıları tamir edilmez kılıyor. Suskunun hükmüne terk ediyoruz
içimizdekileri. Ne ben, ne de diğer kardeşlerim, yaşadığımız çağın
başkalığından olsa gerek, senin kadar sevecen olamadık ne kendi geçmişimize
karşı, ne de sevdiklerimize karşı.
Ben yıllar sonra döndüğüm o kıyı
kasabasında çocukluğumun sana karşı şaşkınlığını yaşadım yeniden:
Anlattıklarını, seni, artık bembeyaz olmuş saçlarının gölge yaptığı geniş
alnını -kırışık denilemez onlara- kesin ve derin, birbirine uzak aralıklarla,
alnını boydan boya geçen çizgilerini seyrediyorum içimden seninle konuşurken.
* * *
Ateşim gittikçe yükseliyor, zihnim açık
ama düş görüyorum, düş gördüğümü biliyorum. Zaman zaman sesim mırıltı halinde
kulaklarıma çalınıyor. Çok uzaktan geliyormuş gibi, başkasının sesiymiş gibi.
Aşina olduğum ama adını bir türlü koyamadığım bir ezgi gibi. ‘’Belki de
sayıklıyorum’’ diye geçiriyorum içimden. Zihnimin berraklığı şaşırtıyor beni,
ancak vücuduma söz geçiremiyorum. Yüzün hala karşımda… Hayır, özlemek değil bu!
Öldüğünü zannediyorum yalnızca…
Söylemek istediklerimi, biriktirip hep sonraya bıraktıklarımı bilesin
istiyorum. Yeterince yaşlandıysan ve serüvenini tamamladıysan ve illa ki
öleceksen – insan isteyerek ölebilmeli derdin ya!- beni dinleyip öyle öl
lütfen! Aramızda kalan tel örgünün ilmeklerinden sesim geçebilsin.
Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş,
sizden kilometrelerce uzaktaki başka bir kıyı kasabasının deniz görmeyen
pencerelerinde çocukluğumu, Taraskonlu Tartarin’in anılarıyla şenlenen,
mahalleye taşan gürültüleriyle kalabalık evimizi… İlkgençliğimi, o günlerde hiç
bitmeyecekmiş gibi gelen dostluklarımı, sevgilerimi… Özlemeyi öğreniyorum yavaş
yavaş. Ve özledikçe öldürüyorum sevdiklerimi…
Kimbilir belki de hesaplaşamamanın,
söylenemeyenin; yüzleşememenin karanlığında kendimi öldürmekteyim usulca. Bir katil
gibi dolanıyorum ortalıkta: Özlem cinayettir çünkü uykusu bölünen çocuklara.