26 Ekim 2012 Cuma

Dışarıdan dışarıya mektup : ‘’Okuyan incinmesin…’’

 

45. gün
Binlercemiz gibi ben de hapis yattım, çıktım, gençtim. Yine girdim, yine çıktım, yetişkindim. Hapisten çıkanlar 2’ye ayrılır; içerden çıkanlar, çıkamayanlar diye. Ben çıktığımı sanırdım ama giderek anlıyorum ki çıkamamışım.  
Mesela Başbakan çıkmış olanlardan: o kadar çıkar ki insan hapisaneden, hiç hatırlamaz. Hiç hapisanenin hala orda durduğunu, kendi bir daha girmese bile başkalarının girebileceğini, oğlunun-kızının-sevdiği birinin oraya gidebileceğini düşünmez. Sanırsınız ki o hiç mazgal deliğinden uzanan ellerden utanmamıştır, ağır metal kapının güüüm diye yüzüne kapanmasından, şıngırtılı anahtar seslerinin yankılanarak uzaklaşmasından…  insan kendi için utanmaz, o ellerin sahibi için, o kapıyı itekleyen kolun kuvveti için, o anahtarları bir arada tutan metal halka için utanır.
Hep derdim arkadaşlarıma içerdeyken ‘’kusura bakmayın ama çıkınca önünden bile geçmeyeceğim’’ diye. Meğer ben de hiç çıkamayacakmışım hapisten.

Herkes acı çekiyor, herkes üzülüyor kendi meşrebince evet. Ama bizimki, biz eski mahpuslarınki  hastalıklı bir hale dönüşüyor giderek:  yanaklarımızdan süzülen yaşlar yakamızı ıslatarak koynumuza süzülünce fark ediyoruz ağlayıverdiğimizi; sokaklara çıkıp varacağımız yeri çoktan geçtiğimizi görünce anlıyoruz aslında gidecek yerimizin olmadığını, kimseyle konuşmak istemediğimizi. Kırık dökük, beceriksizce hazırlanmış basın açıklamalarında sizinle (toplumsal muhalefet! diyelim)  slogan bile atamıyoruz, atamayınca anlıyoruz size bile ait değiliz artık, yarım saatliğine de olsa yan yana duramıyoruz. Sesimiz çıkmıyor. Cezaevi kapılarına gidemiyoruz, annelerin yüzüne bakamıyoruz, onların oğulları-kızları içerdeyken biz dışarı çıktık diye mahcup oluyoruz.  Sonra birbirimize koşuyoruz, şu İstanbul cangılında yol demeyip, iş demeyip Bağcılar’dan Beykoz’a, Pendik’ten Taksim’e gelip birbirimizi buluyoruz, sokak köpekleri gibi birbirimizin peşine düşüp ilerliyoruz nereye gideceğimizi bilmeden. Eski koğuş arkadaşlarımızla buluşuyoruz, beraber açlık grevlerine girdiğimiz, birbirimizin ‘sağlıkçısı, refakatçisi’’ olduğumuz, sesli kitap okuma diye bir şey uydurup birbirimizi uyanık tuttuğumuz. Bin senedir aynı lafları ettiğimiz halde, yine etmek üzere birbirimize koşuyoruz. Dereden tepeden konuşuyoruz ama gözlerimizden altyazılar geçiyor, onlarla anlaşıyoruz. Konuşunca umutsuzluk ortak paydamız oluyor, ya da öfke… Sığınacak kimsemiz olmuyor böyle zamanlarda birbirimizden başka.

Özcan Alper’in Sonbahar filminin görüntüleri ile Apolas Germi söylüyor, youtube’da ve başka müzik paylaşılan sitelerin neredeyse hepsinde var : ’’mektup yazdım acele de, oku oku hecele’’ diye başlayan, ‘’okuyan incinmesin de yüreğim yanmış idi’’ diye biten bir türkü.  Kim yazmıştır sözlerini bilmem ama o şimdiden anonim’dir bizim için, kim yazdıysa yazmış, hepimizindir. İsterim ki bu mektubu okurken bir daha dinleyesiniz, sözlerine inceden inceye bir daha dikkat kesilerek... Hapisane mektuplarının nasıl da düşüne düşüne, nasıl da dışarıyı, dışarıdakini incitmemek için kırk kere sile sile yazıldığını anlatır.  Öyledir, yeniden yeniden temize çekilir… her seferinde biraz daha kısalır o mektuplar, biraz daha acısı azaltılır, neşeli birkaç laf eklenir sonlarına doğru. Mazlum’un mektubunu okuduk 37.günde. O da öyleydi, ‘’kendimce idare ediyorum’’ diyordu, ‘’halay çekerken gözüm üzerinde olacak’’ diyordu sanki çıkıp haftaya halay çekeceklermiş gibi birlikte. Çocuk işte, sanki biz bilmiyoruz.

Açlık grevleri ile ilgili yazılar yazılıyor. Okuduk, görünen o ki daha çok okuyacağız. Gazete haberlerinde bir şey yok, diğer yazılanlar daha çok ‘’bizi avutan’’ dostların yazıları gibi.  Twitterda nerden geldiği belli olmayan o görüştü, bu görüşecek haberlerine bile sevinçle atlıyoruz, ertesi sabah fos çıkana kadar… Biz de işin kolayındayız nitekim; İmralı ile görüşülsün, o da desin ki… Umutsuzluğumuz o kadar açık ki, hükümetle görüşülsün, talepler kabul edilsin, açlık grevleri sona ersin diye ‘’yüklenecek’’, afişlerimize, pankartlarımıza bunu yazacak mecalimiz bile yok. Kendimiz bile inanmayacağız bunu yazdığımızda çünkü. Ahmet Büke’nin öyküsündeki cümle geçiyor aklımdan: ‘’Bazen insan istese de olmaz. O kadar olmaz ki istemez bile.’’* 

‘’O kadar olmaz ki’’ taleplerin kabul edilmesi, tecridin kalkması, anadilin mahkemede konuşulması… Hükümet o kadar rahat ki, o kadar aymaz ki... O kadar alıştık artık tekerlemeye dönmüş en basit insani talepler için ölmeye ki… Her şeyin sırayla, tane tane ve itinayla kırıldığı bu memlekette, eline aldığı her şeyi kırmakla meşhurdur iktidarlar. Kırıldıkları kadar kırmakla da kalmazlar, daha fazlasını kırarlar, hep daha fazlasını. Kendi yattıkları hapisanelerin rahatlığından çıkardıkları dersle, bir daha dönmeyeceklerinden emin bir şekilde duvarları yükseltirler sürekli.

Hapisten çıkamadım/ çıkamadık: Ulucanlar Katliamından, açlık grevinin 60. diye hatırlıyorum ama bilmem kaçıncı günündeki ‘’hayat’’a dönüş operasyonundan, yanmış insan eti kokusundan; peltek ve manasız konuşmalarından kaçıp, yüzümüzü duvara dönerek, kendimizi tek ayak üstünde bekleterek cezalandırdığımız zafer’lerden, başak’lardan çıkamadık. Siyasi geçmişi 1 sokak gösterisi, 2 slogandan ibaretken gelip 36 yıl ceza alanlardan, bizimle beraber tahliye olup 2 ay sonra bir daha 18 yıl alanlardan çıkamadık. Her karşılaştığımızda iki eliyle yüzümüzü tutup öpen, Türkçesi bizim heyecanlı konuşmalarımızı anlamaya yetmeyen ama ‘’kızıyla ilgili bilmediği bir şey daha’’ öğrenmek için koğuş anılarımızı dinlemekten bıkmayan kürt annelerinden çıkamadık.  Sokağa çıkınca ring arabası görüp de yolu boşverip peşinden gitmekten, otobüste gördüğümüz polislerin kıçında asılı kelepçelere bakıp, içimizden ‘’yıllar içinde kelepçenin evrimi belgeseli’’ çekmekten, zarflara pul yalamaktan, sevk listelerine göre hapisane adresleri yenilemekten… çıkamadık.

Açlık grevleri devam ediyor.  Hapisane insanla devletin en çıplak halleriyle göğüs göğse kaldığı bir yer: Ya insan gerileyecek bir adım, ya devlet. Tarafların başka isimleri de yok aslında binlerce yıldır ‘’insan ve devlet’’.  İnsanın gerilediği yerde devlet boy vermeyecek ama öfkeyle ölüm…  Her zamanki gibi mezarlıkları genişleteceğiz onlarla, şehirlere bile yer kalmayacak. 

Bu açlık grevlerinin sonucu hepimiz için çok önemli, ölümsüz biterse bu süreç, sadece içerdekilerle değil içinde benim de olduğum binlerce eski mahpusla da barışacak toplum. Kırgınlığımız, umutsuzluğumuz, yazılarınızın, sözlerinizin suratımızda patlayıp geri dönmesi son bulacak, aranıza karışacağız. Toplumsal tahliyemiz gerçekleşmiş olacak.

İktidarın siyasi geçmişine de bayram notu: Siz ağladığınızda biz gülemiyorduk; şimdi biz gülemediğimizde siz de gülemiyorsunuz. Korkarım ki hiç gülemeyeceksiniz.

(not: fotoğraf Ayşe Düzkan tarafından twitter'da paylaşıldı, söğütlüçeşme'den notuyla)
*Ahmet Büke- Cazibe İstasyonu'nda ''Ağır'' Zamanlar adlı öyküde geçer.

Hiç yorum yok: