Binlercemiz gibi ben de hapis yattım, çıktım, gençtim. Yine girdim, yine çıktım, yetişkindim. Hapisten çıkanlar 2’ye ayrılır; içerden çıkanlar, çıkamayanlar diye. Ben çıktığımı sanırdım ama giderek anlıyorum ki çıkamamışım.
Mesela Başbakan çıkmış olanlardan: o kadar
çıkar ki insan hapisaneden, hiç hatırlamaz. Hiç hapisanenin hala orda
durduğunu, kendi bir daha girmese bile başkalarının girebileceğini,
oğlunun-kızının-sevdiği birinin oraya gidebileceğini düşünmez. Sanırsınız ki o
hiç mazgal deliğinden uzanan ellerden utanmamıştır, ağır metal kapının güüüm
diye yüzüne kapanmasından, şıngırtılı anahtar seslerinin yankılanarak
uzaklaşmasından… insan kendi için
utanmaz, o ellerin sahibi için, o kapıyı itekleyen kolun kuvveti için, o
anahtarları bir arada tutan metal halka için utanır.
Hep derdim arkadaşlarıma
içerdeyken ‘’kusura bakmayın ama çıkınca önünden bile geçmeyeceğim’’ diye.
Meğer ben de hiç çıkamayacakmışım hapisten.
Herkes
acı çekiyor, herkes üzülüyor kendi meşrebince evet. Ama bizimki, biz eski mahpuslarınki
hastalıklı bir hale dönüşüyor giderek: yanaklarımızdan süzülen yaşlar yakamızı
ıslatarak koynumuza süzülünce fark ediyoruz ağlayıverdiğimizi; sokaklara çıkıp
varacağımız yeri çoktan geçtiğimizi görünce anlıyoruz aslında gidecek yerimizin
olmadığını, kimseyle konuşmak istemediğimizi. Kırık dökük, beceriksizce
hazırlanmış basın açıklamalarında sizinle (toplumsal muhalefet! diyelim) slogan bile atamıyoruz, atamayınca anlıyoruz
size bile ait değiliz artık, yarım saatliğine de olsa yan yana duramıyoruz. Sesimiz
çıkmıyor. Cezaevi kapılarına gidemiyoruz, annelerin yüzüne bakamıyoruz, onların
oğulları-kızları içerdeyken biz dışarı çıktık diye mahcup oluyoruz. Sonra birbirimize koşuyoruz, şu İstanbul
cangılında yol demeyip, iş demeyip Bağcılar’dan Beykoz’a, Pendik’ten Taksim’e
gelip birbirimizi buluyoruz, sokak köpekleri gibi birbirimizin peşine düşüp
ilerliyoruz nereye gideceğimizi bilmeden. Eski koğuş arkadaşlarımızla
buluşuyoruz, beraber açlık grevlerine girdiğimiz, birbirimizin ‘sağlıkçısı,
refakatçisi’’ olduğumuz, sesli kitap okuma diye bir şey uydurup birbirimizi
uyanık tuttuğumuz. Bin senedir aynı lafları ettiğimiz halde, yine etmek üzere
birbirimize koşuyoruz. Dereden tepeden konuşuyoruz ama gözlerimizden altyazılar
geçiyor, onlarla anlaşıyoruz. Konuşunca umutsuzluk ortak paydamız oluyor, ya da
öfke… Sığınacak kimsemiz olmuyor böyle zamanlarda birbirimizden başka.
Özcan
Alper’in Sonbahar filminin görüntüleri ile Apolas Germi söylüyor, youtube’da ve
başka müzik paylaşılan sitelerin neredeyse hepsinde var : ’’mektup yazdım acele
de, oku oku hecele’’ diye başlayan, ‘’okuyan incinmesin de yüreğim yanmış idi’’
diye biten bir türkü. Kim yazmıştır
sözlerini bilmem ama o şimdiden anonim’dir bizim için, kim yazdıysa yazmış,
hepimizindir. İsterim ki bu mektubu okurken bir daha dinleyesiniz, sözlerine
inceden inceye bir daha dikkat kesilerek... Hapisane mektuplarının nasıl da
düşüne düşüne, nasıl da dışarıyı, dışarıdakini incitmemek için kırk kere sile
sile yazıldığını anlatır. Öyledir, yeniden
yeniden temize çekilir… her seferinde biraz daha kısalır o mektuplar, biraz
daha acısı azaltılır, neşeli birkaç laf eklenir sonlarına doğru. Mazlum’un
mektubunu okuduk 37.günde. O da öyleydi, ‘’kendimce idare ediyorum’’ diyordu,
‘’halay çekerken gözüm üzerinde olacak’’ diyordu sanki çıkıp haftaya halay
çekeceklermiş gibi birlikte. Çocuk işte, sanki biz bilmiyoruz.
Açlık
grevleri ile ilgili yazılar yazılıyor. Okuduk, görünen o ki daha çok
okuyacağız. Gazete haberlerinde bir şey yok, diğer yazılanlar daha çok ‘’bizi
avutan’’ dostların yazıları gibi. Twitterda
nerden geldiği belli olmayan o görüştü, bu görüşecek haberlerine bile sevinçle
atlıyoruz, ertesi sabah fos çıkana kadar… Biz de işin kolayındayız nitekim;
İmralı ile görüşülsün, o da desin ki… Umutsuzluğumuz o kadar açık ki, hükümetle
görüşülsün, talepler kabul edilsin, açlık grevleri sona ersin diye
‘’yüklenecek’’, afişlerimize, pankartlarımıza bunu yazacak mecalimiz bile yok.
Kendimiz bile inanmayacağız bunu yazdığımızda çünkü. Ahmet Büke’nin öyküsündeki
cümle geçiyor aklımdan: ‘’Bazen insan istese de olmaz. O kadar olmaz ki istemez
bile.’’*
‘’O
kadar olmaz ki’’ taleplerin kabul edilmesi, tecridin kalkması, anadilin mahkemede
konuşulması… Hükümet o kadar rahat ki, o kadar aymaz ki... O kadar alıştık artık
tekerlemeye dönmüş en basit insani talepler için ölmeye ki… Her şeyin sırayla,
tane tane ve itinayla kırıldığı bu memlekette, eline aldığı her şeyi kırmakla
meşhurdur iktidarlar. Kırıldıkları kadar kırmakla da kalmazlar, daha fazlasını
kırarlar, hep daha fazlasını. Kendi yattıkları hapisanelerin rahatlığından
çıkardıkları dersle, bir daha dönmeyeceklerinden emin bir şekilde duvarları
yükseltirler sürekli.
Hapisten
çıkamadım/ çıkamadık: Ulucanlar Katliamından, açlık grevinin 60. diye
hatırlıyorum ama bilmem kaçıncı günündeki ‘’hayat’’a dönüş operasyonundan,
yanmış insan eti kokusundan; peltek ve manasız konuşmalarından kaçıp, yüzümüzü
duvara dönerek, kendimizi tek ayak üstünde bekleterek cezalandırdığımız zafer’lerden,
başak’lardan çıkamadık. Siyasi geçmişi 1 sokak gösterisi, 2 slogandan ibaretken
gelip 36 yıl ceza alanlardan, bizimle beraber tahliye olup 2 ay sonra bir daha
18 yıl alanlardan çıkamadık. Her karşılaştığımızda iki eliyle yüzümüzü tutup
öpen, Türkçesi bizim heyecanlı konuşmalarımızı anlamaya yetmeyen ama ‘’kızıyla
ilgili bilmediği bir şey daha’’ öğrenmek için koğuş anılarımızı dinlemekten
bıkmayan kürt annelerinden çıkamadık. Sokağa çıkınca ring arabası görüp de yolu
boşverip peşinden gitmekten, otobüste gördüğümüz polislerin kıçında asılı
kelepçelere bakıp, içimizden ‘’yıllar içinde kelepçenin evrimi belgeseli’’
çekmekten, zarflara pul yalamaktan, sevk listelerine göre hapisane adresleri
yenilemekten… çıkamadık.
Açlık
grevleri devam ediyor. Hapisane insanla
devletin en çıplak halleriyle göğüs göğse kaldığı bir yer: Ya insan gerileyecek
bir adım, ya devlet. Tarafların başka isimleri de yok aslında binlerce yıldır
‘’insan ve devlet’’. İnsanın gerilediği
yerde devlet boy vermeyecek ama öfkeyle ölüm… Her zamanki gibi mezarlıkları genişleteceğiz
onlarla, şehirlere bile yer kalmayacak.
Bu
açlık grevlerinin sonucu hepimiz için çok önemli, ölümsüz biterse bu süreç,
sadece içerdekilerle değil içinde benim de olduğum binlerce eski mahpusla da
barışacak toplum. Kırgınlığımız, umutsuzluğumuz, yazılarınızın, sözlerinizin
suratımızda patlayıp geri dönmesi son bulacak, aranıza karışacağız. Toplumsal
tahliyemiz gerçekleşmiş olacak.
İktidarın
siyasi geçmişine de bayram notu: Siz ağladığınızda biz gülemiyorduk; şimdi biz
gülemediğimizde siz de gülemiyorsunuz. Korkarım ki hiç gülemeyeceksiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder