15 Aralık 2013 Pazar

Mavi En Sıcak Renktir ya da Sıradan Bir Aşkın Güncesi

Her gün merakla, coşkuyla yeni bir güne uyandığımız zamanlarda bile hayat çok sıradandı.

Birbirinin kopyası günler içinde akşamı etmeye çalışırken, modern zamanların bize sunduğu kolaylaştırıcılar sayesinde hayatı düzenliyoruz, “kendimiz olduğumuz hissi”ne kapılıyoruz, “kendimiz için bir şeyler yapmak”tan mutlu oluyoruz. Tüm bu sıradanlık içinde, bizimkine benzer dertlerle nasıl da güzel baş ettiğini gördüğümüz insanlarla yan yana gelmek, birlikte çay içmek için bile, sosyalleşmenin azap verici ayrıntılarıyla boğuşuyoruz ama buna değer, çünkü tanıdığımız insanların bize benzemesi huzur veriyor. Bütün ilişkilerde bildik tanıdık dertlerin olması bizi sakinleştiriyor.


Devlete, aileye, yaşama ve aşka dair bize öğretilen ne varsa, modern hayatın allayıp pullayarak bize sunduğu yapay özgürlük seçenekleri arasında, birinden diğerine köşe kapmaca oynarken hep sobeleniyoruz, hep hayal kırıklığına uğruyoruz. Bir kuşatmanın ortasında aileden devlete, devletten aileye zik zaklar çizerek, çarpa çarpa büyürken aşk’ın herşeyi değiştirebileceğini umut ediyoruz. Bu umut eşliğinde “bedeninin görüntüsüne” hapsedilmiş kadın veya erkek olmayı da öğreniyoruz. Kimliklerimiz bedenimizin verdiği olanaklara göre şekilleniyor.  


Tam da burada hikayeye geçelim: Adele liseli, güzel, kendini keşfetmeye çalışan bir yeni yetmedir. Okulda kendisine ilgi duyan bir delikanlıyla sevişir ancak bir şeylerin eksik olduğunu farkeder. Parkta yanından geçen mavi saçlı bıçkın tavırlı Emma’yı görür, etkilenir. Onunla karşılaşacağı bir bara gider, tanışırlar, tutkulu bir aşk yaşamaya başlarlar. Emma üniversitede resim öğrencisidir ve entelektüel bir çevresi vardır. Hikayenin buraya kadar olan bölümünde oyunculuğu ile de göz dolduran Adele’in saflığı ve tutkusu göze çarpar, Emma daha klişe bir karakterdir.  Bu lezbiyen ilişkinin toplumsal cinsiyet rollerini kendi içinde yeniden ürettiğine dair tek belirti, Emma’nın bıçkın tavırlarıdır. Birbirlerini aileleri ile tanıştırdıkları sahnelerde sınıfsal fark belirginleşir: Tipik bir burjuva ailesinin evine konuk edilir Adele. Emma’nın ailesi kızlarının lezbiyen olduğundan haberdardır ve olumlayan bir tavır içinde karşılarlar Adele’i. Emma’nın gerçek babasının tablolarıyla dolu evde, üvey babasının hazırladığı sofra, deniz ürünleriyle donatılmıştır. Daha önce Adele deniz ürünleri yemediğinden söz etmiştir ancak özenli bir aşığın unutmayacağı bu detay Emma tarafından unutulmuştur. Adele’in evinde daha önce de tanık olduğumuz gibi makarna pişmiştir ve Emma’ya yöneltilen sorular tipik altsınıf kaygılarıyla yüklü ebeveyn sorularıdır. Adele liseyi bitirir, planladığı gibi öğretmen olur. Artık birlikte yaşadığı Emma’nın ve arkadaşlarının entelektüel sohbetlerine karışamamaktadır, öğretmenlik yapmasına ilişkin sohbetlerde bile bir küçümseme sezilir. Herkesin eğlendiği partide o yemekle, servisle, bulaşıkla uğraşmış, bir yandan da sevgilisinin bir başkasıyla flört edişini izlemiştir göz ucuyla. Gitgide aralarındaki mesafe açılmaktadır, tutkulu bedensel ilişkileri de sona ermiştir.  Adele yalnızlaşmaktadır. Tüm hayatını Emma’ya adadığı için bir sosyal hayatı yoktur, okuldaki arkadaşları ile hiç zaman geçirmemiştir. Yalnızlaştıkça onlarla takılmaya başlar ve bir erkek öğretmenle yakınlaşır. Evde geçirdiği yalnız akşamlardan birinde dışarı çıkar,  iş arkadaşı öğretmenle buluşur, eve döndüğünde Emma onu beklemektedir. Bir aile klasiği ile karşılaşırız: Emma onu aşağılar, “kaltak” diyerek küfür eder, üstüne bir de tokat atar, evden kovar… Adele ağlar, yalvarır, “çok yalnızdım” der ama Emma kendi hayatına (aslında kaldığı yerden) geri döner. Evdeki partide Adele’nin bakışları altında flört ettiği hamile kadın, soru cevapsız kaldığına göre muhtemelen eski sevgilisidir Emma’nın. Aradan zaman –üç yıl- geçmiştir tekrar görüştüklerinde, anlarız ki Adele’imiz hala aşıktır Emma’ya. Emma ise eski-yeni sevgilisi ve onun bebeği ile “ailecilik” oynamaktadırlar, çok mutludurlar falan. Mutlu yuvanın sahibi Emma, eski tutkulu sevişmelerini hatırlasa da evde onu bekleyen diğer kadını aldatmaz. Aslında ne toplumsal baskı ne de bir ilişkiyi tazelemenin, yürütmenin yollarını bulduracak, aşkı yaşatacak bir çelişki yoktur ortada zaten.  Kırgın, aşağılanmış ve terkedilmiş Adele’imiz hala arzu ediliyor olmanın kıvancını bile hissedemez. Her kadın gibi, kırıldığı bu aşkta “büyümüştür.” THE END.

Hikaye çok sıradan…
Elbette sinemacı sıradan olanın büyüsünü ortaya çıkarabilir veya “sıradan olanı, en sıradan şekilde” anlatabilir; bir filmi, film yapan şey bu olabilir.
Elbette kadın ya da erkek eşcinsel olmak verili toplumsal kadınlık-erkeklik kategorilerinin dışına çıkmak, eleştirmek anlamına gelmiyor, bunun altını çizmek istemiş olabilir. “Lezbiyen ilişkiler de sizinki gibi işte” demek istemiş olabilir yönetmen. Eşcinsel itiraz, biyolojik ve kültürel kalıplarımızı alaşağı eden bir itiraz olmaktan çıkarılıp, sadece “kabul görme sorunu”na indirgenmiş olabilir. Yönetmen, kendi sözünü söylemiş sonuç olarak.

Peki film neden bu kadar önemsendi? Cannes Film Festivali’nde büyük sükse yapmış film,  Altın Palmiye ve FIPRESCI ödüllerini almış. Üstelik Spielberg filmi, “Hepimize bu derin aşk ve kalp kırıklığı öyküsüne baştan sona şahit olmanın ayrıcalığını hissettiren, mükemmel bir aşk hikâyesi” diye övmüş. Filmden söz eden yazılara bakınca en sık tekrarlananı “cinselliğe çekincesiz yaklaşımı ve gerçekçiliğiyle sansür ve sanat tartışmalarına yol açan…”  ifadesi. Filmi diğer “sıradan aşk filmleri”nden ayıran da bu zaten, uzun ve abartılı sevişme sahneleri. Filmin çekildiği yer Fransa ve sadece orada değil dünyanın büyük bir kısmında sevişme sahneleri sansürlenmiyor artık, özellikle çıplak kadın bedeni görsel sanatların ikonu zaten. Dolayısıyla filmde iki kadının bedenlerinin teşhiri, uzun uzadıya sevişme sahnelerinin olması, onu cesur ve çekincesiz yapmaya yetmiyor. Zaten bir heteroseksüel için ekrandaki tek eksiklik bir penisti. Olsa olsa bu filmdeki sevişme sahneleri diğerlerinden farklı olarak, lezbiyenlerin nasıl seviştikleri hakkında fikri olmayan izleyicinin merakını gideriyor.


Sinema bu, her şey sıradan, binlerce kez tekrarlananlardan olabilir. Yönetmen sadece seçtiği görüntülerle, kamerayı gezdirdiği ayrıntılarla, kendi gözünün açısı ile bir kere daha bakmamızı isteyebilir olan bitene. İtirazım yok! Ben zaten filme değil, film hakkında yazılıp çizilene bakarak sinemaya giden, iyi ve değişik bir film izleyeceği sanısına kapıldığım için kendime kızdım, medyada yazılıp çizilen ve sıkça inanıp hayal kırıklığına uğradığım film tavsiyelerine uymamaya “bir kez daha” karar verdim. Çünkü, film bittiğinde kendimi farklı yaşam deneyimlerine tanıklık etmiş biri gibi değil, sadece bir “röntgenci”  gibi hissettim.

Film sanki “meraklı” heteroseksüel kadınlara, eşcinsel kadınların da tıpkı kendileri gibi, aşk ilişkilerinde sınıfsal, kültürel, cinsel aşağılanmayla karşı karşıya olduklarını, tıpkı kendileri gibi duygusal-bedensel ilişkilerinde iktidar ilişkilerini yeniden ürettiklerini söylüyor. Sadece bunu söylemekle kalmıyor, bu lezbiyen ilişkide de eşitlik, özgürlük falan hak getire, egemeni-erili temsil eden tarafın, daha o “büyük ve tutkulu!” aşkı kaybetmenin acısını yaşayıp bitirmeden “aile olunacak kadın”a koşacağını, davulun bile dengi dengine olduğunu…


Çok şey beklemeye gerek yok belki de: Gündelik hayatın “yaratan ve kahredeni” sıradanlık. Basit, herkese benzememizi kolaylaştıran, dünyayı boşver kendimizi bile değiştirmeyen ilişkiler… Filmin edebiyat dersindeki sorusu “Kalbin bir şey özlediğini nasıl anlarsınız?” dı. Aslında kalbimiz bazen hiçbir şeyi özlemez çünkü içinde özgürlüğün zerresi olmayan vasatın içinde boğulmak istemez. Haydi hep bir ağızdan: Yaşasın vasatlık!

Adele'in Hayatı / Mavi En Sıcak Renktir
Yönetmen: Abdellatif Kechiche
Başrol oyuncuları: Léa Seydoux, Adèle Exarchopoulos, Salim Kechiouche

(30 Kasım 2013 BiaMag-Bianet Cumartesi'de yayınlandı)

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Emrah Polat'ın Yüzler'i

Sadece kendi hayatına değil, kendine ve hayata ayrı ayrı, her gün yeniden yenilen yüz’ler taşıyoruz. Böyle olunca kaç yüzümüz olabilir ki? 

 

Ah ‘’herkes en az ikiyüzlü’’  elbette teoriye göre. Ama bu ikiyüz’ün de onlarca yansıması var hayat içinde: İyilikten güzellikten yana, bunun için dünyayı sırtlamayı göze almış sade-kahraman yüzümüz;  sadece kendi hayatına değil, kendine ve hayata ayrı ayrı ve her gün yeniden ihanet eden bir haine dönüşmekle kalmaz çoğu kez… Yenilgi gizlenir ve dolanır durur kendini yenileyerek başka ‘’yüzler’’ imal eder kendine, ‘’bozulma’’ya dönüştüğünde her şey yüzdeki maskenin altında kokuşmaya başlar, giderek ‘’bütün yüzlerimize’’ sirayet eder.
Gündelik hayat içinde, sıradan insanlar olarak yaşarken, aslında sadece kendi hayatımızın kahramanı iken, başka hayatların da kahramanı olmak isteriz, Türkiye’de her türlü sahne hazırdır bizim ‘’kahraman yüz’’ümüz için.
Devrimci olunur, işkencelerde direnilir, hapiste yatılır, çıkılır.
Orda kalsa her şey iyidir, yorgun yüzümüzle bir kenarda yaşamaya devam etmek yetmez işte.
İş bulmak lazımdır, para kazanmak lazımdır, insanların içine karışmak lazımdır, evlenmek, çocuk büyütmek, saygı beklediğimiz insanlar değişmiş olsa da saygı görmek lazımdır.
‘’Hapisten çıkan ama hayatı kaybettiği yerden azimle yakalamaya çalışan üniversite öğrencisi yüzü’’ lazımdır, ‘’her şeyi görmüş geçirmiş iş adamı yüzü’’ lazımdır,  ‘’hapis arkadaşlarıyla hala görüşen adam’’ yüzü lazımdır,  ‘’abilik eden adam’’ yüzü lazımdır.
Bunlar da öyle ‘’ikiyüzlüce’’, bir hırsla, bir gayretle olmaz aslında çoğu kez, insanlar parça parça kırılmıştır zaten, her parçası birilerinin elinde-yanında kalmıştır. Ya da kırılmış bir aynaya benzeyen bu ülkede kendi ‘’yüz’’ünü toplamaya, bütünlemeye çalışırken oluverir her şey.  Hapse, zora, şiddete direnmek kolay, gündelik hayata direnmek daha zordur çünkü.
Her şey çok tanıdık Emrah Polat’ın kitabında 40’lı yaşlarındakiler için… Hele de Ankara’da yaşamış olanlar için.  Kitabın ilk cümlesi nedense hep Ankara’nın ‘’yenilmiş ama –anılar nedeniyle- ezilmemiş’’ çıktığı o ezeli rekabete gönderme yapıyor. Gönderme de değil aslında doğrudan ‘’Bir nedenle İstanbul’a gidemeyenlerin ya da orada tutunamayanların kenti olan Ankara’da (…) ‘’ diye başlıyor. Kitapla birlikte zamanda ve mekanda bir Ankara turu da atmış oluyorsunuz ve zamanın ruhuna uygun karakterlerimiz Abdullah Cevdet Sokak’taki Gelidonya Feneri’nde buluşuyor ‘’iki tek atmak için.’’ Arif’le Orhan hapisaneden tanışık.  Nazım ise eski yoldaş’ın emaneti… Sadece ‘’kayalara benzer biçimlerin arasından çıkan yumruk’’ figürüyle kurulan bu bağlantıdan Nazım habersizdir,  içinden hüngür hüngür ağlamak geçse de ‘’patron’’ Arif ‘’arkadaşı’’ için, ‘’kimi yok olan, kimi savrulan yaşamlar, arkadaşları…’’ için işe alacaktır onu.
Arif’ler arada bir iç sızısıyla, ‘’iyilik yapacak’’ mertebeden hatırlasa da eski yoldaşlarını ve devrimcilik günlerini, Orhan’da o bile yoktur; ‘’kalmamıştır’’ değil zaten yoktur…  Çokları gibi sol mahalle efradı olmaktan sebep tutuklanmış, bu arada karısı-çocukları ve asıl önemlisi ‘’ev açtığı Nazan’’ ortalıkta kalmıştır. ‘’Aile’’  idare etmiştir bir biçimde o çıkana kadar, ama Nazan ‘’idare edememiştir’’. Belki de 12 Eylül en çok Orhan’ları, Nazan’ları dağıtmıştır bir daha toparlanamayacak biçimde. Solcuların, devrimcilerin içerden çıkınca ‘’deneyebilecekleri’’ yeni bir hayat vardır, dahil olmaya çalışacakları bir gündelik hayat, bir sıradan hayat vardır ama Orhan gibiler zaten o sıradan hayatı yaşadıkları için ve ellerindeki bu tek hayat da telafi edilemez biçimde parçalandığı için öylece ortalıkta kalmışlardır. Arif’i kınayabiliriz ama Orhan’ı ya da Nazan’ı kınamak içimizden gelmez Yüzler’i okurken. Olduğu gibidir onlar çünkü, hayatlarını rayından çıkaracak şeylerin kararını kendileri almamıştır. Kondularında ‘’soğuk kış gecelerinde birbirlerine sarılıp uyumak ‘’ tan öte dünyanın gamıyla, yüküyle ilgili değillerdir zaten. Ama 12 Eylül’den sonra dibe vuran Arif gibilerin hayatından çok onlarınki olmuştur nedense. ‘’Halkımız’’ da bir türlü toparlanamamıştır ya zaten Orhan’la Nazan gibi… Orhan Arif’i, Arif’le birlikte toy Nazım’ı çeker götürür bir Ankara pavyonuna ve Nazım racona kurban gider.
Ve belki de Yüzler’in Arif bölümünde yer alan ve Arif’in ‘’Seyranbağları‘na çıkan yokuşu tırmandığı günü, tahliye olup eve dönüşünü hatırlatan, gözlerini buğulandıran, içini kanatan Ahmet Kaya şarkısı’’ nın son dizesi ‘’Mümkünse farzedin yaşamamıştır’’ Nazım içindir.
Akıcı, sade yazıyor Emrah Polat. Okura zeka yoklaması yapan kurgularla,  ağdalı dil oyunlarıyla vakit harcamadan yazıyor: İlk kitabı Köpek Adamlar’da (Pupa Yayınları, 2009)  olduğu gibi, Yüzler’de de devam ediyor bu. ‘’Standart’’a uymayan adamların hikayelerini yazıyor, ihtimal ki bundan sonra yazacaklarında da Köpek Adamlar’da olduğu gibi ‘’çalışılmış’’ bir alt kültür okumasının üstünde dolanacak hikayeler.
Yine her iki kitapta da son sayfayı çevirince aklımda kalan şey: Kadın yok! Elbette Yüzler’de  kadınlar var, ancak bunlar prototip karakterler. Cinsinin, mesleğinin genel geçer özellikleriyle yüklü, romanda figüran gibi duran tipler.  Zeynep, Ayşe-Naz ile Nazan. Zeynep Arif’in hapisane sonrası ‘’standartlara uygun, sınıf atlamış, hayatını hale yola koymuş adam’’  fotoğrafının tamamlayıcısı iken, Naz Arif’in sıkıntılı ve tatminsiz yozlaşmasının hem kaçışı hem sonucu olan, parayla satın alınan haz’ına eşlik eder sadece.  Nazan ise Orhan’ın dibe vurmasına sebeptir, aşık olup kaçtığı evli adam Orhan hapse düşünce ‘’utandığı için’’ İstanbul’a, ailesine dönemez Nazan, ‘’sahipsiz’’ kaldığı için de hemen yeni bir ‘’sahip’’ bulur kendine. Orhan onu diğer adamdan kurtarır elbet hapisten çıkınca,  ama Nazan artık Orhan’dan da ‘’utandığı’’ için döner İstanbul’a. Tipik 3. sayfa haberine dönüşmez Nazan Yüzler’de ama kitapta aynen öyle resmedilmiştir: Kategorize edilmiş bir kadın karakterdir. Erkek karakterlerde gördüğümüz ayırt edicilik kadınlarda yoktur. Erkek karakterlerin gerçeği midir, romanın gerçeği midir, yazarın tercihi midir bilinmez ama kadınlar standart algının şekillendirdiği kadın karakterler olarak rollerini oynamaktalar romanda: Ne eksik, ne fazla!
Herşey hayatın gerçeğine uygundur Yüzler’de. Edebiyat belki de bunun için vardır: hayatın gerçeği deyip geçtiğimiz, alıştığımız şeyleri yeniden gözümüze sokmak için…
Canımızı sıksa da, ‘’başka türlüsü mümkündü’’ derken dönüp kendi hayatlarımıza bakarız bir kez daha: 12 Eylül devam etmektedir, sadece yaşlanan hikayelerde değil gündelik hayata yenildiğimiz her yerde…
 
(18.05.2013'te, bianet'te yayınlandı.)

18 Mayıs 2013 Cumartesi

''deniz misin, liman mı''


Dün akşamki marifetine baktı sokaktan geçerken göz ucuyla. Aslında tam da bunun için geçiyordu ya sokaktan, yine de pencereden bakıyorsa fark etmesin istemişti.
Karton kalıbı öfkeyle hazırlamıştı dün akşam evde, maket bıçağıyla… Yine aynı maket bıçağıyla iki yıldır çizik çizik yara izleri bıraktığı tahta masanın üstünde… Annesinden işitmediği azar kalmamıştı ilk zamanlar, ama zaman içinde masa tümden ona terk edilmişti.  Annesini komşu kadınla konuşurken duymuştu: ‘’Ergenlik çağı işte, üstüne gitmiyorum artık ben de. Kendi kendine kesip biçiyor bir şeyleri, akşamları hep dışarıda. Eli kolu boya içinde geliyor da, bakkal Mahmut Efendi’nin dediğine göre bi yaramazlığı yokmuş, duvarları boyayıp dururlarmış parfüm kutusu gibi şeylerle…’’

‘’Öf anne’’ demişti, kapıdan başını uzatıp. ‘’Parfüm kutusu ne ya, sprey boya işte!’’
Hafta sonları babasıyla buluştuğunda, özellikle akşam yazıladıkları yerlerden geçirmeye çalışıyordu, tepki verecek mi diye… Beğense, yazılardan biri hakkında iyi bir yorum yapsa hazırdı, söyleyiverecekti ‘’ben yaptım onları’’ diye. ‘’kafalar düşleri kovalar’’ la dalga geçerdi,’’kızları kovala o’lum’’ derdi mesela.   ‘’benim gözüm, senin gözün(*)'' için de saçmalardı bi’şey mutlaka, hele de içtiyse azcık, anlamadan etmeden ‘’mesela benim gözüm, senin gözün olsaydı gelirdin benlen, erkek erkeğe…’’ diye başlardı kendi evini ve yaşadığı hayatı övmeye, annesinin ona ayak uyduramadığından, hayatın kısalığından, her limanda bir sevgili olmalı’dan, ‘’kadınlar ya denizdir, ya liman’’ dan çıkardı.   ‘’Niye böyle ki babam?’’ diye geçirdi aklından, sonra ‘’amaaan’’dedi. Aile, baba falan hikayeydi işte, duvarlara yazıp durdukları şey o bu değil miydi zaten: ‘’Türkçesi çok kaba oldu lan!’’ deyip yırtmıştı hazırladığı kartonu, sonra Tayfun’la İngilizcesini yapmışlardı.  ‘’fuck the sisytem’’i inadına ailelerin oturduğu apartmanların duvarlarına yazmışlardı. 

Bunu,  ‘’deniz misin, liman mı’’ yı babası fark etse, beğense bile söylemezdi ama, ben yazdım diye. Besbelliydi işte kıza yazdığı, hem de penceresinin altına. Babası evden gitmeden önce de ordaydı o kız, kesin hatırlardı; hep kızlardan bahsederken yaptığı gibi  gevrek gevrek gülüp omzundan ittirirdi yine, ‘’kimin oğluuu’’ derdi. İşte bunu dedirtmemek için, annesinin dediğine göre ‘’uçkuru gevşek’’ bir adam olan babasının kadınlardan söz ederken yüzüne yayılan o ebleh ifadeyi görmemek için bile olsa söylemezdi. 
 Ayça’yla hep pencereden haberleşiyorlardı:  Bazen o kadar uzun zaman bekliyordu ki karşıdaki kaldırıma oturup, o pencereye bakarken içinden öyle cümleler kuruyordu ki,  pencereye mi aşık oldum, ardındaki hayatla ilgili kurduğum düşlere, yoksa Ayça’ya mı diye düşünmekten alamıyordu kendini. Babasıyla aralarında mırıl mırıl bir şeyler konuşarak pencereye yaklaştıklarında, korkuyla karışık bir heyecan duyardı: Ayça onu görmemiş gibi yapardı babasıyla pencerenin dışındaki saksıyı yoklarken,  ama perdeyi kapatırken yaptığı küçük bir el işaretiyle onu yarım saat daha o kaldırıma çivilemiş olurdu. Sonra baba giyinmiş, traşlı yüzüyle apartman kapısından çıkardı, Ayça dış kapıyı kapatıp yeniden pencereye koşmuş, perdeyi kaldırıp babasını bir kez daha uğurlamış olurdu o pencereden.  Beklemekten sıkılmazdı o, bu tür törenler hiç olmamıştı hayatında, izlemek hoşuna giderdi. 
Ayça artık pek gözükmüyordu pencerede. Birlikte dolaşmaya da çıkmıyordu onunla. Dolaşmak dediği de Kadıköy’de bol miktarda bulunan sokak aralarında bahçe duvarlarına ya da kaldırımlara oturmaktı, boş boş geleni geçeni seyretmekti.
Son günlerde Ayça evden çıkıyor, kaldırımda oturduğunu bildiği halde, hiç başını kaldırmadan aşağı yürüyor, hemen köşede onu bekleyen kayık tipli oğlanlarla buluşuyordu. Yanına gidip konuşmak istese de, elini oğlanın omzuna koyup yanaklarından öpmeden önce yetişemiyordu. Sonrasında ise anlamsız geliyordu seslenmek. Her seferinde aynı oğlan değildi buluştuğu, ama birbirine benzeyen tiplerdi hep. Hem ne önemi vardı ki,  babası haklıydı belki de,  bazı kadınlar  deniz, bazı kadınlar limandı. Ayça liman değildi demek ki!
Kendini yorgun bir gemi gibi hissediyordu şimdi; bazen az sonra suda dağılacak kağıttan gemi, bazen içine gürültücü insanların doluşmuş olduğu yolcu gemisi, bazen yaşlı bir balıkçının sakin sığınağı olmuş tekne, bazen mutlu homurtular çıkararak suyun yüzünde salınan bir motor… Ayça için ‘’görkemli bir yat’’ olması gerekiyordu ama Karaköy’e demir atanlar gibi. Dün anlamıştı bunu, Ayça o oğlanlardan biriyle arabaya binip gittiğinde. Babasını dinlerken aptalca bulduğu, o konuştukça oflayıp pufladığı lafların hepsi birden yerli yerine oturmuştu kafasında: Kadın ya denizdir, ya liman… Denizlerde gezecek,  arada bir, bir süre de  liman’da dinlenecekti erkek dediğin.  ‘’deniz misin, liman mı’’ yı akşam yazmıştı işte öfkeyle. Kartonun içine harfleri oyarken elini de kesmişti, hem de bile isteye: Sargı bezini hırsla çekip söktü, yeniden kanattı elini, gözlerini diktiği pencerede perde kıpırdar gibi olmuştu…

Fotoğraf: Çağla Öztek Kalafat
(Bu ergen öyküsü de fotoğrafa yazılmıştır)
(*) Çağla Öztek Kalafat'ın tweetir bu da.
 

14 Mayıs 2013 Salı

GİDİYORUM

                                                                       

Eliyle işaret etti, küçücük bir işaretti ama kadın anladı. Ayakkabının çözülmüş bağını yerden kesecek kadar, şımarıkça,  kaldırdı  tek ayağını yukarı doğru, adam bağladı. Vapura bindiler, adam önden koşarak tırmandı merdivenleri, üst katta taa köşedeki koltuğa gitti oturdu. Saklanmaya çalışırdı önceden koşup giderek.  Ama istese de saklanamazdı; o kadar büyüktü, uzundu, kollarıyla dünyayı kucaklardı, gözleri yeşildi, duruydu, metrelerce öteden görülürdü… İstese de saklanamazdı, kalabalığın içinde hemen göze çarpan çocuk yüzüyle ya da kadına öyle gelirdi. Kadın gözleriyle onu buldu, gidip yanına oturdu. Karşıya Haydarpaşa’ya geçince,  trene binecekti kadın.  Adam buna inanmasa da, binip gidecekti işte.
Hiç inanmadı adam gideceğine. Sanıyordu ki, vapurdan inince kadın yine onun peşinden yürüyecek,  Ankara treninin durduğu istasyonda biraz duraksayacak ama her zamanki gibi treni boş verip, hızlı hızlı yürüyecek ve adama yetişecek. Adamın adımlarını hiç yavaşlatmadan ilerleyen gövdesine bakacak, cebinden çıkarıp geriye doğru uzattığı elini tutacak, yüzünü görmese de sevindiğini anlayacak. Hiçbir şey olmamış, az önceki tereddüt hiç yaşanmamış gibi, birlikte Gebze’ye giden banliyö trenine binecekler.
Kadın "gidiyorum" diye fısıldadı adamın gözlerine bakıp. Adam uzaklaşan bir takayı işaret etti sadece "bakalım" dedi.  Kadın kalktı aşağıya indi, aceleci yolcular hücum etmeden iskelenin atılacağı yere doğru ilerledi, yaslanıp denize, karşı kıyıya, şehirdeki anlamsız öte beriye baktı.  Adam hızla paldır küldür indi merdivenleri, kadının yanından geçip iskelenin yerleşeceği çıkışa dikildi.


Vapur kıyıya yanaşınca adam kalabalığa karışacak kaçar gibi… Kadın gözleriyle adamı izleyecek bir süre.  Geri dönüp bakmayacağını, beklemeyeceğini bile bile… Ankara treninin durduğu yere bakmadan geçecek adam Gebze gişelerinin olduğu yöne doğru. İki jeton alacak her zamanki gibi. Birini yol boyunca  parmaklarının arasında döndürüp duracak bu sefer.
 
Fotoğraf: Haluk Kalafat 
(Öykü de fotoğrafa yazılmıştır zaten)
 
29 Nisan 2013  www.sosyalayrinti.com 'da yayınlanmıştır.

14 Nisan 2013 Pazar

Toz Bezleri


Düğün alayı eşliğinde bir evlat ve bir cenaze çıkmadan o hane gerçek bir aile olamazmış, öyle derler. İnanırım.
Ablam hippiliği seçmişti, kendi kendine bi Budistle evlendi, biz de sonradan öğrendik, düğün falan olmadı haliyle. Ben abimin düğününden iki gün önce tutuklanınca o da düğüne benzememiş, engelli koşuya dönen on yıllık aşkları tam mutlu sona erecekken tüm davetliler ‘’geçmiş olsun’’ demiş onlara
mutluluk dileyecekleri yerde.  Düğün seçeneği elendiğine göre ‘’gerçek bir aile’’ olmamız için cenazeyi beklememiz gerekti: babamın cenazesini.
Üç otuz paraya çalıştığım şirkette yıllık izinleri listelemiştik: benimki aybaşındaydı. Sevindim: param da olurdu. İzin zamanı yaklaşınca hatırladım, şirketin gününde maaş ödediği vaki değildi. Olsun dedim, İstanbul’a giderim, arkadaşları görürüm, pek para harcamam, o arada maaşlar ödenir, biletimi alır eve geçerim. Aslında doğrudan eve gitmem gerekiyordu, yolu uzatmıştım, maaş almamış olmam bahane.
Sibellerin evindeki rutine kaptırdım kendimi, ‘’yarın giderim’’ öbür gün giderim’e dönüştü. Eve gidesim yoktu, çünkü babam ölüyordu o evde.

Parlak Teyze, Sibel’in annesi, temizlik için işbölümü yaptı, yüzlerce ıvır zıvırın olduğu evde en hafif iş olan süs eşyalarının, bibloların silinmesi işi de bana düştü. Tam toz bezlerini yüklenmiş ilerliyordum ki,  anne seslendi yukardan: ‘’Tezgahın üstündeki toz bezlerini de bana getirin.’’ Döndüm toz bezlerini aldım. Kucağımda bi kendi toz bezlerim, bi onunkiler, iki kat yığınla, mutfaktan üst kata dönen ahşap merdivenin trabzanındaki koca tokmağı tek elimle yakalayıp artistik bir dönüşle ayağımı ilk basamağa atmıştım ki, telefonum çaldı: ‘’Bi yere otur’’ dedi abim. Bilmezdi ki, ben ölüm haberi alınca başım dönmez, fenalaşmam, dünya başıma yıkılmaz. ‘’Oturdum’’dedim, oysa ayaktaydım, kucağımda toz bezlerinden oluşan yığını sıkıştırdığım kolum gevşemeye başlamıştı, gevşeyen kolumun ucundaki elim telefonu sıkmaya devam ediyordum ama.  Diğer elim trabzanda, kaygan, parlak ahşap tokmak avucumun içinde, dairesel hareketlerle döndürüp duruyorum o mutlu elimi. Sibel’in annesi seslendi tekrar:’’Nergiiiiiz toz bezlerimi getir…’’ diye. Telefonu kapattım: Sibel mutfağın ortasında iyice büyümüş gözleriyle bana bakıyordu. Gözlerimi gözlerinden çekmeden yukarı seslendim: ‘’Babam ölmüüüş…’’ Evdeki neşeli temizlik havası uçtu gitti açık pencerelerden.
 
Şimdi hala Sibel’in annesinin evine gidince o ahşap tokmağı severim mutlaka avucumu üstüne geçirip, öptüğüm bile olmuştur belki kimseler görmezken. Ben o merdivenin ilk basamağına otururum, renkli toz bezleri uçuşur gözümün önünden, açık pencerelerden kanatlanıp uçarlar babama doğru.
 
Hayata söverim: Ben cenazeyle bile ‘’aile’’ olamadım, düğünle hiç olmam ulan diye.


Fotoğraf: Haluk Kalafat

5 Nisan 2013 Cuma

TERLİK

 
                                         
          Yazdı. Mayo, şort, terlik üçlüsünden ibaretti takılarımız. ''Tam şu anda her şeyi ve herkesi böylece bırakıp gidelim buradan'' dedi adam. Sanki, hep beraber uçan ama tam o sırada dinlenmek için bizim evin balkonuna konuvermiş kuşlar gibiydik. Masadaki bardaklarımızda bir iki yudum su vardı, onu gagalıyorduk hızla. Adam sessizliğime telaşlı bir de ''Hadi'' bıraktı.

           Gitmenin sahiden gitmek demek olduğunu bilmemiştim o güne değin. Bütün ömrüm boyunca, ilk kez birisi bana bırakıp gitmek çağrısı yapıyordu, farkında değildim. Onyedi yaşımın aklı almamıştı: Terliklerime baktım. Ayak başparmaklarıma geçirdim, ikisini birden havaya, gözlerine doğru kaldırdım adamın:

       -Bunlarla mı?

       -Evet onlarla, dedi adam. Gülmüyordu. Gülünce sakalları genişlerdi oysa. Yine de gülmüyordu.

        Bilirdim başka türlü bakardı, başka bir sesle seslenirdi hep bana. Ama emin olamazdım. Emin olma arzusu kötüymüş sonradan öğrendim. Ne yapayım ki emin olamamak da çok hırpalıyordu beni. Meğerse biz kesin kanıtlar istedikçe sevildiğimize dair, tersine işaretler çoğalırmış, batarmış güvensizliğin gözlerine. Bugün çoktan terkettim emin olma arzusunu, sağlamcılığı. Artık biliyorum neleri engeller, ne olasılıklar, ne düşler takılı kalır o sağlamcı dallarımıza.

İşte bilirdim, hissederdim o sesine karışan yumuşaklığı ama, ergenlikte anlamaz insan hayatın kendini böyle sevgilerle sınayabileceğini. Daha ne yapacaktı ki hayat, önüme insanlar çıkardı, yollar çıkardı...

        Ben şöyle tutmuştum falımı:Uzansa dokunacağı bir uzaklıkta otururdum hep,ellerimi boşluğa sarkıtırdım isterse tutar diye.. Tutmazdı. Hiç tutmadı. Sesiyle yetinmeyi bilemez, sesine yüklediği yine sesiyle bastırdığı dokunma isteğini anlamazdım. Dedim ya ergenlikte sevmenin başka biçimleri için fazla acemidir insan, fazla kilitli. Kendindeki kilitleri aça aça büyür başka aşklarda. Kendisininkiyle kesişen başka hayatlara erteler bırakıp gitmeleri.

En son sevdiğimiz-seveceğimiz insan sanır ki sevgimizin hepsi onadır, ondandır. Hiç de öyle değildir... Ötekilerden sakındığımız, vermediğimiz, veremediğimiz, sunmaya ürktüğümüz; eksik sevmelerden kalıntı... biriktirdiğimiz. Hepsini, hepsini ona verebilmeyi umarız sadece.

-Evet onlarla, dedi adam.

-Gitmem, dedim, terlikle...

-O halde tek başıma gidiyorum, terlikle...

           Sesindeki ısrar yitip gitmişti. Uzak bir vedaya benzer sözcükler döküldü sakallarından. Ne dedi anlamadım.

Tam o zaman işte kalktı, gitti. Kendi üzerine kapattı kapıyı dışardan. Dedim ya onyedi yaşımın acemiliğiyle bilemezdim ki meğerse kapıyı benim üzerime kapatmış çocukluğumun evinde, dışına çıkmış hayatımın. Balkondan izledim gidişini, hiç yerimden kalkmadan.

Sonra ben hep terliklerime baktım: Yaz boyu uymadığım bu çağrıyla uğraştım. Terliklerimde biraz cesaret olsaydı, kimbilir nerelerde olabileceğimi düşleyip üzüldüm. Gitmeyi bilmediğim için eksik büyüdüm onsekiz yaşıma.
                                  

  14 Ağustos 2004
Eşik Cini 1. Sayı (2006)'da yayınlanmıştır.

9 Aralık 2012 Pazar

UYKUSU BÖLÜNEN ÇOCUKLARA


(Öyküye önsöz olmaz ama bu eski bir öykü olduğu için olur bence:
Bazı öyküler sadece birini özlediğimiz için yazılır: Ben bunu babamı çok özlediğim bir zamanda yazmıştım. Taa 2000'de. Uzaktık ve bir daha görüşüp görüşemeyeceğimiz hiç belli değildi. Özlemekten bile vazgeçmek üzereydim... Duyguları adlandıramamanın acemiliği, öykü yazmanın acemiliğine karışınca böyle bir şey çıkmıştı ortaya. İlk öyküm oldu bu, babama da ilk mektubum. Böyle işte!)
 
 
 

UYKUSU BÖLÜNEN ÇOCUKLARA

    ''Git'' diyen sesin kulağımda, ''Git ama çocuğum benden kaçma...''  Senden ayrılırken, o evden, çocukluğumu geçirdiğim o büyülü koridorlardan, asma kattan, tahta merdivenlerden ayrılırken, gidişimin yıllardır üstüme bir karabasan gibi çöken suskunluktan, durgunluktan kaçma duygusu olduğunu biliyor gibiydin. Aramızda konuşulmamış ve ben bir heykel katılığında durmayı sürdürdükçe de konuşulmayacak ne çok şey vardı seninle. Bana yaklaşmasına izin vermediğim sevecenliğin yine sesinde toplanmıştı tümden: ''Git ama çocuğum benden kaçma...''

      Aramızda bir engel, aşılmaz duvarlar, sanki her saniyesini acıyla hatırladığım uzun yüzyıllar vardı, yüzleşemediğim, anlayamadığım, neresinde olduğumu o çocuk aklımla bir türlü kesinleştiremediğim, gerçek ile düş arasında gidip geldiğim yüzyıllar, mesafeler, çöller...

      Hem gidiyordum, hem kaçıyordum bildiğin gibi, ilişkimizi bir türlü onaramamanın yenikliği ile.

      Sahi her şeyi söyleyebilmenin mümkün olduğu bir yer var mıydı?

      Yüzünün aylasındaki o ince kederi, yatağını kendisi oluşturmuş ırmaklar gibi derinden ve güvenle uzanan, geniş alnındaki çizgileri anımsıyorum: O derin çizgilere artık hiçbir şeyin söylenemez olduğu zamanlarda takılır kalırdı gözlerim. Ve hep gözlerimi başka bir görüntüyle yıkayamayacağım yerlerde olurdu bu... Boğazımda sana hissettirmediğim bir düğümlenmeyle söz'süz, hiçbir ses'in yardımı olmadan içimden geçenleri; hatta daha önce biriktirdiklerimi de anlayıveresin isterdim. Konuşmak zorunda hissetmezdim hiç kendimi, çünkü sözün kifayetsizliğini, anlam yitirten yetmezliğini taa çocukken öğrenmiştim.

     Yüzünün yaşlı kederine çok aykırı bir isyan halindeydi mavi gözlerin; genç, çocuksu, yumuşak... Başka yüzlerde keder hep gözlerde gizlenirdi doğru, ama senin yüzün için geçerli değildi bu...
 

     * * * 

    Çok ateşim var yine. Çocukluğumdaki gibi ağlamaklı bir bakış gelip yerleşiyor yüzüme ateşle birlikte. Okuduğum kitabı kapatıyorum, parmağımı arasına yerleştirerek tek elimle tutuyorum. Elimi örtünün altına kaydırıyorum Küçük Prens’le birlikte. Usulca gözyaşım şakağımı dolaşıp saçlarımın arasına kayıyor. Saçlarımın içinde yitiriyorum o bir kaç damla gözyaşının bıraktığı ıslaklık hissini...

        Kitabın arasından parmağımı çekmedim henüz: ‘’ Bu gece gelme, acı çekiyormuşum gibi olacak, biraz da ölüyormuşum gibi.’’ Okuduğum son cümleler kafamda dolanıp duruyor. Belki de doğru anımsamıyorum, muhtemel ki yazar böyle sıralamamıştır sözcükleri. Ama kurulu cümleler benim artık, istediğim, sevdiğim gibi sıralarım. Bazı kitapları okuduktan sonra ‘’benim’’ zannettiğim cümleler kalır hep böyle dilimde. ‘’Geçmişte bir yerde, birisine mutlaka söylemiştim bunları’’ dediğim türden: ‘’Bu gece gelme. Acı çekiyormuşum gibi olacak... Biraz da ölüyormuşum gibi...’’ Düşlerime geliyorsun, konuşamıyorum. ‘’Özlemek’’ bu mu acaba? Hissettiklerimi adlandırmaya çalışıyorum böylesi zamanlarda,’’özlem’’ sık sık aklımdan geçiyor, ama değil sanırım. Özlemek nedir, tanımını yapamadım ben. Özlemeyi öğrenemeyecek olanlardanım, uykusu bölünen bütün çocuklar gibi. Özlemek acının tariflerinden biri gibi ama adını koyamıyorum. Yüzün düşlerimde asılı kalıyor, konuşamıyorum.

          Yüzünün yaşlı çizgilerini karşımda görüyorum şimdi, uzun uzun biriktirdiklerimi anlatıyorum sana dair. Özlemek değil ama bu! Ateşim yükseldikçe kırılganlaşıyorum, gerçeğin çizgileri keskinliğini yitiriyor. Düş bu, biliyorum ki karşımdaki suret gerçek olsa, sadece susarak çizgilerini seyretmekle yetineceğim. Hayır, söylemek istediklerim özlemden kaynaklanmıyor, bir hesaplaşma belki de, ödeşme. Sadece duymayı hakettiklerini, gerçekten senin olanları, sana söyleyemeden ölürsen, kendime, içimdeki adalet duygusuna karşı kendimi suçlu hissedeceğim. Hep yenik kalacağım bu yüzden...

           Sahici bir öykü tadındaydı babamla yaşantımız. Babamla dediğime bakma, o, bu sözü benden hiç duymadı. Feodal bir ağırbaşlılıkla büyük amcama bağışladığı ‘’baba’’lığı yıllar yılı amcamlardan uzak kentlerde, kasabalarda yaşadığımız halde ona hiç geri dönmedi. Yalnızca küçük kardeşimiz ona bu kıvancı yaşattı; yıllar sonra beşinci çocuğu ile ilk kez ‘’baba’’ oldu babam. Yusuf ona baba diyerek büyüdü.

          Kasaba akşamlarının tenhalığında herkes gündelik koşuşturmacalarını bitirip de erken sayılabilecek bir saatte evde toplandığında babam anılar anlatırdı. Sonraları çok insan tanıdım onun yaşlarında ama kendi geçmişine karşı bu kadar coşkulu, acılarına karşı bu kadar sevecen, kendi serüveni ile barışık olanı azdı aralarında.

         Okuduğumuz çocuk dergilerinden birinde Afrika’ya aslan avına gitmiş bir avcının çizgi romanı vardı: Taraskonlu Tartarin. Tıpkı babam gibi ‘’şişko’’, tıpkı babam gibi vücudu geçmiş yaşamının izleriyle dolu, tıpkı babam gibi konuşkan... Anılarına başlayınca Taraskonlu Tartarin oluyordu babam bizler için. Çünkü anlattıkları dingin kasaba yaşamı içinde çocukluğunu yaşayan bizler için o Afrikalı aslan avcısının serüvenleri kadar uzak, onlar gibi inanılmazdı. O yıllardaki babaların giydiği türden, çubuklu, önü düğmeli üst pijamasının yakasını geriye atıverip sağ göğsünün üzerinden omzuna doğru yol alan tekerlek izlerini göstermese, üzerinden geçen otomobile, albümün siyah karton sayfalarının dört kenarındaki çentiklere takılı fotoğraflardan babamla birlikte bize bakan pos bıyıklı, kruvaze ceketli, heykel duruşlu külhanbeyleri olmasa, ‘’mapusdamı’’ hikayelerine; annemin sessiz bir töreni andıran ağlamaları olmasa, ağabeyimle birlikte hep gülerek anlattıkları baba-oğul gidilen işkence tezgahındaki konuşmalara, 12 Eylül günlerine... Hiçbir anıya inanmayacaktık izler olmasa...Zaman zaman bütün bu anıların, acıyla serüvenin iç içe geçtiği bu söylencelerin tek bir kişinin geçmişine ait olması inanılmaz gelirdi.

        Doğarken annesini yitirmişti. Onu büyüten sütanneyi büyük bir sevgiyle, bazen gözleri yaşararak anımsardı. ‘’İşte o güzel kadının adını sana verdim’’ diyerek öperdi beni. ‘O güzel kadın’ın yerine de sevilerek geçti çocukluğum.

        Sonra onüç-ondört yaşlarındayken kan davası nedeniyle cinayet! Babam yaşlı amcasıyla birlikte ‘’ver elini mapus damı’’.1950’lerden az öncedir ve yazar Kemal Tahir de komünistliğinden dolayı yatmaktadır Çorum Cezaevinde.

         O hayıflanarak ‘’elimizi kana buladık, elimizin kanıyla’’ dedikçe ellerine yönelen çocuk bakışlarımızdan kurtulmak için okunan Nazım şiirleri. Nazım Bursa’da hapistedir ve Kemal Tahir’e mektuplarıyla şiirlerini de göndermektedir. Çorum Cezaevinde Kemal Tahir Nazım’ın şiirlerini okudukça ‘’elinin kanıyla’’ ezberlemiştir onları mahpus babam.

          Dışarıya çıktığında okumaya-yazmaya, aydınlığa hevesli bir genç adam olmuştur artık. Çorum’dan Ankara’ya ‘ölmemek-öldürmemek’ için gelir, ’köyde de hayat kalmamış’tır zaten. Hapisten çıkmalarına az bir zaman kala yaşlı amcası içerde ‘hasretlikten’ ölmüştür, sütannesi ‘o güzel kadın’ da dışarda...

         Sonra renklenirdi hikayemiz. Kentin şaşkınlık yaratan yaşamı, annemle evlilik, topraktan kopuş, Almanya’ya yolculuk. Bambaşka bir dünyaya aralanan kapılar... Ardından tercümesi gelecek olan Almanca diyaloglarla anlatılırdı bazı olaylar, kahkahalar karışırdı akşamın güzelliğine.

         Geri dönüş, mücadele, devrimcilik... Hepimizin az çok tanıklık ettiği, uzundan kıyısından hatırladığı zamanlara gelirdik. 12 Eylül günlerini o içerden biz dışardan anlatırdık. Ama hep, hep bir şeyler atlanırdı, herkes ağız birliği etmiş gibi ‘’sen biraz hastaydın, belki hatırlamazsın’’ diye seslerini yumuşatarak anlatırlardı bana dair olanları. Annem ‘’seninle görüşe gitmiştik’’ dese kıyamet kopardı içimde. Kim doğru, kim yalan anlayamazdım. Bildiğim, anımsadığım görüşe götürülmediğimdi çünkü.

          Hatta kaç kez annem bensiz gittiği görüşten döndüğünde, evde beni ölmüş bulsun diye inatla yattığım mutfağın beton zemininde uyuyakalmıştım. Soğuktan ölünebileceğini zannederdim o zamanlar.

          Herkesin sesinin yumuşadığını, sözcükleri özenle seçerek konuştuklarını fark ederdim, çünkü o yıllar benim suskunluk yıllarımdı. Askerler babamı almaya geldiklerinde, elimde annemin yazdığı alış veriş listesi ile sanayi çarşısının o karanlık dükkanında olmam, yalnızca bu mu, tüm 12 Eylül ‘’annemin suçu’’ydu ona kalırsa. Oysa susmamın nedeni orada olup biteni anlatabileceğim sözcükleri bulamıyor olmamdı yalnızca. Henüz öğrenememiştim kıyıcılığın dilbilgisini, noktalama  işaretlerini.

          Babam aklıma her geldiğinde nefesim daralırdı, her görüş sonrası günlerce ateş, sayıklama, astım krizleriyle geçerdi. Sesim çıkmazdı istesem de, uzun sürmüş bir uykudan uyanmaya çalışır gibi olurdum ama bir türlü uyanamazdım. Sonra, içerden konulan görüş yasağı:’’Baban seni görüşe götürmemi istemiyor, çünkü her görüş sonrası hasta oluyorsun! Zaten bir ‘nasılsın’ bile demedin.’’ Yetmezmiş gibi, bir de okul defterime düşülen not:’’Cuma günleri de okula gelsin.’’

           Aklımdan bunları uydurmuş mu olduğumu geçirirken annemle göz göze gelirdik istemesek de. Uydurmuş muydum sahiden çocuk aklımla. Suskunluğumdan ya da götürülmediğim görüşlerden bahsedilmezdi anlatılırken. Gizli bir anlaşma gibi, hatırlanmasında sakınca olmayan, güzel, çokluk da komik olaylar gelirdi herkesin aklına.

           12 Eylül karanlığı yavaş yavaş yerini tamiri mümkün olmayan acılara bırakarak ‘’anı’’ oldu hepimiz için. Babam dışarı çıktı. Ama ben onunla yokluğuna dair hiç konuşamadım. Aramızda hep bir tel örgü kaldı o günlerden.
 

            Akşam biter, gece üstümüze çökerdi. Babam geceyi güzel kapatmak için olacak, mutlaka katıla katıla güleceğimizi bildiği bir şeye atlayıverirdi ustaca. Bazen o kadar çok gülerdik ki sonraki bir kaç gün, aklımıza geldikçe devam ederdi kardeşler arasında o gülme seansları.

            Babam geçmişini severdi, serüvenini, hikayesini hepimizin, ailemizin geçmişi haline getirebilmek için de anlatır, anlatırdı. Üç-dört yılda bir taşındığımız kentlerde, kasabalarda, topraksız, köksüz, memleketsiz bir kuşak olarak büyüdüğümüze hayıflanır, nereye ait olduğumuzu belletmek için de anlatır, anlatırdı: Ama o bizim için Taraskonlu Tartarin’di.

            Yaşamlarımız, çocukluklarımız o kadar sadeydi ki, anlattıkları, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar gibiydi; beğendiklerimizi tekrar tekrar dinlemekten bıkmazdık ama bir türlü de ‘olayın kahramanı’ olamazdık. Bize uzaktı, hissetmezdik, bunu bilirdik.

           O zamanlar bütün evlerin bizimki gibi şen gürültülerle, hüzünlü anılarla, kahkahalarla dolu olduğunu zannederdik. Bütün babaların da bi dolu serüveni olduğunu… Sokakta geçirdiğimiz vakitler arttıkça, oyundaki, okuldaki çocukların pek de bize benzemediğini fark ettikçe anladık ki sevgi her eve eşit dağıtılmamış mahallemizde.  Yaz akşamlarının geçirildiği büyük balkondaki ışıkların aydınlattığı yüzler bizimkine benzemiyor, kahkahalar taşmıyor sokağa.


* * *

            Büyüdükçe evde geçirilen saatler azalır oldu. Ben denize akşam yüzmesine giderken, annemle babam ipte asılı bir çift gömlek gibi olurlardı. Hastanenin yüksek duvarlarını dönen caddede kayboluncaya kadar arkamdan bakarlardı, ne zaman dönüp onlara baksam rüzgar ipteki gömlekleri havalandırmış gibi olurdu; el sallarlardı birlikte. Bilirdim ki ben dönünceye kadar onlar gözleri caddede, oturup sohbet etmeye devam edecekler.

            Bazen yolu uzatıp onların beklediği yerden değil, tam tersi yöndeki caddeden gelirdim eve. Balkondan gözükmeyecek biçimde apartman kapısından süzülüp, merdivenleri üçer beşer zıplayarak bir solukta enselerinde bitiverirdim. Bazen usulca sohbetlerine karışırdım devam ederlerdi, bazense bekleme törenini hiç bozmadan şöyle bir görünür gider yatardım. Onlar ‘’sayım’’ı tamamlamak için diğer çocuklarını da bekleyeceklerdi nasılsa.

           Birilerinin beni beklemesi bugün artık tahammül edemediğim bir duygu. Beklenmek… Hayatımızın üzerine çöken bir buyruk gibiydi. Denizin en uzak yerinden geri dönüp kıyıya doğru yüzmeye başladığım andan itibaren, kumsalda beni bekleyen bir çift gömlek olurdunuz yeniden. Her kulacım size bir an önce ulaşmanın telaşında, sizi rahatlatmak, uykuya göndermek için atılırdı. Sudan çıkıp eve doğru yürümeye başladığımda bile karada size doğru kulaç atar gibi hissederdim gövdemi. Balkonun altına kadar yüzerdim yüzerdim sanki. Sevginizin zinciriyle çekiliyormuşum gibi hissederdim.

            Aradan uzun yıllar geçti. Yüzünün aylasındaki ince keder bu yıllarda derinleşmiş. Ve ben bu yıllarda çok kereler yeniden öğrenmiş olmalıyım her şeyin söylenebileceği bir yerin olmadığını, sözcüklerin anlamı taşımaya yetmediğini… Asla içimden çok kereler kurduğum halde hissettiklerimi sana söyleyemeyeceğimi, bunu hep seni tanımayan üçüncü şahıslarla paylaşacağımı…

             Zaman bazı sevgileri taşınmaz, bazı acıları tamir edilmez kılıyor. Suskunun hükmüne terk ediyoruz içimizdekileri. Ne ben, ne de diğer kardeşlerim, yaşadığımız çağın başkalığından olsa gerek, senin kadar sevecen olamadık ne kendi geçmişimize karşı, ne de sevdiklerimize karşı.

             Ben yıllar sonra döndüğüm o kıyı kasabasında çocukluğumun sana karşı şaşkınlığını yaşadım yeniden: Anlattıklarını, seni, artık bembeyaz olmuş saçlarının gölge yaptığı geniş alnını -kırışık denilemez onlara- kesin ve derin, birbirine uzak aralıklarla, alnını boydan boya geçen çizgilerini seyrediyorum içimden seninle konuşurken.
 

* * * 

       Ateşim gittikçe yükseliyor, zihnim açık ama düş görüyorum, düş gördüğümü biliyorum. Zaman zaman sesim mırıltı halinde kulaklarıma çalınıyor. Çok uzaktan geliyormuş gibi, başkasının sesiymiş gibi. Aşina olduğum ama adını bir türlü koyamadığım bir ezgi gibi. ‘’Belki de sayıklıyorum’’ diye geçiriyorum içimden. Zihnimin berraklığı şaşırtıyor beni, ancak vücuduma söz geçiremiyorum. Yüzün hala karşımda… Hayır, özlemek değil bu!

             Öldüğünü zannediyorum yalnızca… Söylemek istediklerimi, biriktirip hep sonraya bıraktıklarımı bilesin istiyorum. Yeterince yaşlandıysan ve serüvenini tamamladıysan ve illa ki öleceksen – insan isteyerek ölebilmeli derdin ya!- beni dinleyip öyle öl lütfen! Aramızda kalan tel örgünün ilmeklerinden sesim geçebilsin.

              Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş, sizden kilometrelerce uzaktaki başka bir kıyı kasabasının deniz görmeyen pencerelerinde çocukluğumu, Taraskonlu Tartarin’in anılarıyla şenlenen, mahalleye taşan gürültüleriyle kalabalık evimizi… İlkgençliğimi, o günlerde hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dostluklarımı, sevgilerimi… Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş. Ve özledikçe öldürüyorum sevdiklerimi…

              Kimbilir belki de hesaplaşamamanın, söylenemeyenin; yüzleşememenin karanlığında kendimi öldürmekteyim usulca. Bir katil gibi dolanıyorum ortalıkta: Özlem cinayettir çünkü uykusu bölünen çocuklara.