Her gün merakla, coşkuyla yeni bir güne uyandığımız zamanlarda bile hayat çok sıradandı.
Birbirinin kopyası günler içinde akşamı etmeye çalışırken, modern zamanların bize sunduğu kolaylaştırıcılar sayesinde hayatı düzenliyoruz, “kendimiz olduğumuz hissi”ne kapılıyoruz, “kendimiz için bir şeyler yapmak”tan mutlu oluyoruz. Tüm bu sıradanlık içinde, bizimkine benzer dertlerle nasıl da güzel baş ettiğini gördüğümüz insanlarla yan yana gelmek, birlikte çay içmek için bile, sosyalleşmenin azap verici ayrıntılarıyla boğuşuyoruz ama buna değer, çünkü tanıdığımız insanların bize benzemesi huzur veriyor. Bütün ilişkilerde bildik tanıdık dertlerin olması bizi sakinleştiriyor.
Devlete,
aileye, yaşama ve aşka dair bize öğretilen ne varsa, modern hayatın allayıp
pullayarak bize sunduğu yapay özgürlük seçenekleri arasında, birinden diğerine
köşe kapmaca oynarken hep sobeleniyoruz, hep hayal kırıklığına uğruyoruz. Bir
kuşatmanın ortasında aileden devlete, devletten aileye zik zaklar çizerek, çarpa
çarpa büyürken aşk’ın herşeyi değiştirebileceğini umut ediyoruz. Bu umut
eşliğinde “bedeninin görüntüsüne” hapsedilmiş kadın veya erkek olmayı da
öğreniyoruz. Kimliklerimiz bedenimizin verdiği olanaklara göre şekilleniyor.
Tam
da burada hikayeye geçelim: Adele liseli,
güzel, kendini keşfetmeye çalışan bir yeni yetmedir. Okulda kendisine ilgi
duyan bir delikanlıyla sevişir ancak bir şeylerin eksik olduğunu farkeder. Parkta
yanından geçen mavi saçlı bıçkın tavırlı Emma’yı görür, etkilenir. Onunla
karşılaşacağı bir bara gider, tanışırlar, tutkulu bir aşk yaşamaya başlarlar.
Emma üniversitede resim öğrencisidir ve entelektüel bir çevresi vardır. Hikayenin
buraya kadar olan bölümünde oyunculuğu ile de göz dolduran Adele’in saflığı ve
tutkusu göze çarpar, Emma daha klişe bir karakterdir. Bu lezbiyen ilişkinin toplumsal cinsiyet
rollerini kendi içinde yeniden ürettiğine dair tek belirti, Emma’nın bıçkın
tavırlarıdır. Birbirlerini aileleri ile tanıştırdıkları sahnelerde sınıfsal
fark belirginleşir: Tipik bir burjuva ailesinin evine konuk edilir Adele. Emma’nın
ailesi kızlarının lezbiyen olduğundan haberdardır ve olumlayan bir tavır içinde
karşılarlar Adele’i. Emma’nın gerçek babasının tablolarıyla dolu evde, üvey
babasının hazırladığı sofra, deniz ürünleriyle donatılmıştır. Daha önce Adele
deniz ürünleri yemediğinden söz etmiştir ancak özenli bir aşığın unutmayacağı
bu detay Emma tarafından unutulmuştur. Adele’in evinde daha önce de tanık
olduğumuz gibi makarna pişmiştir ve Emma’ya yöneltilen sorular tipik altsınıf
kaygılarıyla yüklü ebeveyn sorularıdır. Adele liseyi bitirir, planladığı gibi
öğretmen olur. Artık birlikte yaşadığı Emma’nın ve arkadaşlarının entelektüel
sohbetlerine karışamamaktadır, öğretmenlik yapmasına ilişkin sohbetlerde bile
bir küçümseme sezilir. Herkesin eğlendiği partide o yemekle, servisle,
bulaşıkla uğraşmış, bir yandan da sevgilisinin bir başkasıyla flört edişini
izlemiştir göz ucuyla. Gitgide aralarındaki mesafe açılmaktadır, tutkulu
bedensel ilişkileri de sona ermiştir. Adele
yalnızlaşmaktadır. Tüm hayatını Emma’ya adadığı için bir sosyal hayatı yoktur, okuldaki
arkadaşları ile hiç zaman geçirmemiştir. Yalnızlaştıkça onlarla takılmaya
başlar ve bir erkek öğretmenle yakınlaşır. Evde geçirdiği yalnız akşamlardan
birinde dışarı çıkar, iş arkadaşı
öğretmenle buluşur, eve döndüğünde Emma onu beklemektedir. Bir aile klasiği ile
karşılaşırız: Emma onu aşağılar, “kaltak” diyerek küfür eder, üstüne bir de
tokat atar, evden kovar… Adele ağlar, yalvarır, “çok yalnızdım” der ama Emma
kendi hayatına (aslında kaldığı yerden) geri döner. Evdeki partide Adele’nin
bakışları altında flört ettiği hamile kadın, soru cevapsız kaldığına göre
muhtemelen eski sevgilisidir Emma’nın. Aradan zaman –üç yıl- geçmiştir tekrar
görüştüklerinde, anlarız ki Adele’imiz hala aşıktır Emma’ya. Emma ise eski-yeni
sevgilisi ve onun bebeği ile “ailecilik” oynamaktadırlar, çok mutludurlar
falan. Mutlu yuvanın sahibi Emma, eski tutkulu sevişmelerini hatırlasa da evde
onu bekleyen diğer kadını aldatmaz. Aslında ne toplumsal baskı ne de bir
ilişkiyi tazelemenin, yürütmenin yollarını bulduracak, aşkı yaşatacak bir
çelişki yoktur ortada zaten. Kırgın,
aşağılanmış ve terkedilmiş Adele’imiz hala arzu ediliyor olmanın kıvancını bile
hissedemez. Her kadın gibi, kırıldığı bu aşkta “büyümüştür.” THE END.
Hikaye
çok sıradan…
Elbette
sinemacı sıradan olanın büyüsünü ortaya çıkarabilir veya “sıradan olanı, en
sıradan şekilde” anlatabilir; bir filmi, film yapan şey bu olabilir.
Elbette
kadın ya da erkek eşcinsel olmak verili toplumsal kadınlık-erkeklik
kategorilerinin dışına çıkmak, eleştirmek anlamına gelmiyor, bunun altını
çizmek istemiş olabilir. “Lezbiyen ilişkiler de sizinki gibi işte” demek
istemiş olabilir yönetmen. Eşcinsel itiraz, biyolojik ve kültürel kalıplarımızı
alaşağı eden bir itiraz olmaktan çıkarılıp, sadece “kabul görme sorunu”na indirgenmiş olabilir. Yönetmen, kendi sözünü
söylemiş sonuç olarak.
Peki
film neden bu kadar önemsendi? Cannes Film Festivali’nde büyük sükse yapmış
film, Altın Palmiye ve FIPRESCI ödüllerini
almış. Üstelik Spielberg filmi, “Hepimize
bu derin aşk ve kalp kırıklığı öyküsüne baştan sona şahit olmanın ayrıcalığını
hissettiren, mükemmel bir aşk hikâyesi” diye övmüş. Filmden söz eden
yazılara bakınca en sık tekrarlananı “cinselliğe çekincesiz yaklaşımı ve
gerçekçiliğiyle sansür ve sanat tartışmalarına yol açan…” ifadesi. Filmi diğer “sıradan aşk
filmleri”nden ayıran da bu zaten, uzun ve abartılı sevişme sahneleri. Filmin
çekildiği yer Fransa ve sadece orada değil dünyanın büyük bir kısmında sevişme
sahneleri sansürlenmiyor artık, özellikle çıplak kadın bedeni görsel sanatların
ikonu zaten. Dolayısıyla filmde iki kadının bedenlerinin teşhiri, uzun uzadıya
sevişme sahnelerinin olması, onu cesur ve çekincesiz yapmaya yetmiyor. Zaten bir
heteroseksüel için ekrandaki tek eksiklik bir penisti. Olsa olsa bu filmdeki
sevişme sahneleri diğerlerinden farklı olarak, lezbiyenlerin nasıl seviştikleri
hakkında fikri olmayan izleyicinin merakını gideriyor.
Sinema
bu, her şey sıradan, binlerce kez tekrarlananlardan olabilir. Yönetmen sadece
seçtiği görüntülerle, kamerayı gezdirdiği ayrıntılarla, kendi gözünün açısı ile
bir kere daha bakmamızı isteyebilir olan bitene. İtirazım yok! Ben zaten filme
değil, film hakkında yazılıp çizilene bakarak sinemaya giden, iyi ve değişik
bir film izleyeceği sanısına kapıldığım için kendime kızdım, medyada yazılıp
çizilen ve sıkça inanıp hayal kırıklığına uğradığım film tavsiyelerine uymamaya
“bir kez daha” karar verdim. Çünkü, film bittiğinde kendimi farklı yaşam
deneyimlerine tanıklık etmiş biri gibi değil, sadece bir “röntgenci” gibi hissettim.
Film
sanki “meraklı” heteroseksüel kadınlara, eşcinsel kadınların da tıpkı kendileri
gibi, aşk ilişkilerinde sınıfsal, kültürel, cinsel aşağılanmayla karşı karşıya
olduklarını, tıpkı kendileri gibi duygusal-bedensel ilişkilerinde iktidar
ilişkilerini yeniden ürettiklerini söylüyor. Sadece bunu söylemekle kalmıyor,
bu lezbiyen ilişkide de eşitlik, özgürlük falan hak getire, egemeni-erili temsil
eden tarafın, daha o “büyük ve tutkulu!” aşkı kaybetmenin acısını yaşayıp
bitirmeden “aile olunacak kadın”a koşacağını, davulun bile dengi dengine
olduğunu…
Çok
şey beklemeye gerek yok belki de: Gündelik hayatın “yaratan ve kahredeni”
sıradanlık. Basit, herkese benzememizi kolaylaştıran, dünyayı boşver kendimizi
bile değiştirmeyen ilişkiler… Filmin edebiyat dersindeki sorusu “Kalbin bir şey
özlediğini nasıl anlarsınız?” dı. Aslında kalbimiz bazen hiçbir şeyi özlemez
çünkü içinde özgürlüğün zerresi olmayan vasatın içinde boğulmak istemez. Haydi
hep bir ağızdan: Yaşasın vasatlık!
Adele'in Hayatı / Mavi En Sıcak Renktir
Yönetmen: Abdellatif Kechiche
Başrol oyuncuları: Léa Seydoux, Adèle Exarchopoulos, Salim
Kechiouche
(30 Kasım 2013 BiaMag-Bianet Cumartesi'de yayınlandı)