Ahmet Büke'nin Cazibe
İstasyonu'nu elime alınca ilkin hafifliğinden şikâyetçi oldum. Hatta
içimden ''Be adam zaten kısa yazıyorsun, bari kitap kalın olaydı'' dedim. Her
şeyin irisinin, kalınının, ulu'sunun, konforlusunun, sterilinin, gösterişlisinin
hatta aynalısının makbul olduğu bu zamanlara yakışmayan ince-narin bir
kitap Cazibe İstasyonu. Kısa öyküler ve ince bir kitap dedik ama en obur
okuru bile doyuracak kadar etkili bir dil ve her şeyden haberdar öyküler
sıralanmış ard arda.
İnsanın kendi içine dönüp bakınca
hayretler içinde varlığını fark ettiği ya da sonradan edindiği ''bi tike''
hayatı, ''bi gıdım'' insan olma duygusu var ya, herkesin bunu bile abartıp iyice
reklama vurduğu, sayfa sayfa, kitap kitap, ekran ekran dökmeye koştuğu bu çağda
böylesine etkili bir ''sözcük tasarrufu'' ile bizi utandırıyor her
şeyden önce Ahmet Büke. Çoğu zaman söylemiyor bile, sezdiriyor. Önceki
kitaplarından bildiğimiz bu sözcük tasarruflu hali, Cazibe İstasyonu'nda da
devam ediyor.
Ekmek ve Zeytin'den Cazibe
İstasyonu'na
Sadece kısalık, sarsıcılık değil devam eden: Öyküleriyle bize kurduğu mahalleden tanıdıklar da var Cazibe İstasyonu'nda.
Bir önceki kitabı Ekmek ve
Zeytin'den ''Soğuk ve Toz Zerrecikler'' öyküsünde şehre inen kurt sürüsünden
bir kurt karşılıyor bizi bu yeni kitabın ilk öyküsünde; ''Nenem Buldu Beni''de
Mervan'ı bulan Dunya Kadın Cazibe İstasyonu'nun ''Tuhaf Su''yunda
uğurluyor. Bilemeyiz, ''O İncir Nerde Şimdi''deki komutan ya da
''Baba-Oğul-Asker''deki ''devre''dir belki emekli olup Cazibe
İstasyonu'na giden yolda Belediye Başkanı
olan.
Önceki kitaplarından tanıdığımız
''sade-sıradan-bizden kahramanlar''ın başından geçenleri dinlemeye devam
ediyoruz bir yanıyla ama ''ve olaylar gelişir'', yazar bizi elimizden tutup
gözünün gördüğü kadar ilerdeki bir dünyaya götürür: Ekmek ve Zeytin'deki
''Hidrojeoloji Mühim Mevzu''dan bildiğimiz, cesetlerin atıldığı baraj gölü ve
dahi ''Musul'da Bir Göl'' kurumuştur, Cazibe İstasyonu tam da bu nedenle
ad olmuştur kitaba. Başka bir deyişleEkmek ve Zeytin'e Su
eklenmiştir.
Öykü kitaplarının tüm güzelliğine
rağmen bir kusuru olur bazen: Dergilerde, sitelerde şahane birer ''teklik''
olarak okuduğumuz öyküleri bazen bir kitapta bir araya gelmiş halde görünce
tedirgin oluruz. Çünkü öykü her ne kadar bağımsız bir ''şey''se de, bir kitapta
toplandığında hepsini içeren bir atmosfer kurulmasını, ''kahraman''ların
hepsinin birbirine tanıdık gelmesini bekleriz, hatta hep beraber bir çemberin
etrafından tutup kaldırmalarını, (ukala) okurun tepesine bir hale gibi
koymalarını bekleriz.
İyi kötü, düzenli olarak öykü kitapları
alan, okuyan bir okur olarak kitabın ''derleme'' olduğu hissi yaratan, yazarın
belli bir izlek, okurun çözeceği bir iç bağlantı üzerinden yazdığı duygusunu
sona erdiren, ''bu da elimde kalmasın, sığışıversin bu kitaba'' diye konulmuş
öyküler görürüm bazı öykü kitaplarında ve orda kitabı bırakırım. Yama gibi duran
öyküye kızarım, ancak bir zaman sonra okunmamış öykülere geri dönebilirim. Ahmet
Büke kitapları bu yanıyla da güzeldir: Birbiriyle bütünleşmiş, her biri hısım
akraba, birbirine tanıdık öyküleri bir araya getirmesinden dolayı da güzel
dururlar kitaplığımda. Genel olarak öykülerde iki ayrı biçim vardı dikkatimi
çeken: Başlayan-biten klasik öykülerin yanı sıra, sayfanın altına, üstüne,
yanına atılmış çizgiler ya da kutucuklarla yürüyen başka bir paralel öykü -içses
kullanıyordu bazı öykülerinde. Kitapta veya içinde yer aldığı öyküde kesinti
yaratabileceği halde ustaca kullanıldığı için göze batmayan bu çizgileri,
kutucukları seviyorum.
Cazibe İstasyonu'ndaki ''Tuhaf Su'' diğer öykülerden farklı olarak bir
ikinci kitap hissi yaratacak kadar uzun ve arkası yarın beklentisi yaratan bir
kurguya sahip, bilim-kurgu, bir mini distopya denebilir sanırım. Kitabın ikinci
yarısının ''elimde kalması'' ihtimalini de göz önünde bulundurarak bu bölüme
tedirgin geçeceğimi düşündüm: ama kitap bittiğinde ''geçiş''i fark etmediğimi
gördüm.
Kitap bir de bu bakımdan ayrı bir
övgüyü hak ediyor bence. Kitap isminden itibaren, ''Tuhaf Su''ya, Cazibe
İstasyonu'na hazırlıyor okuru zaten. ''Tuhaf Su''yun girişi de diğer
öykülerle paralel. Bu üzerinde düşünülmüş ve belki de özellikle yumuşatılmış
geçiş, tarzın değiştiğini, artık yazar tarif etmezse bilemeyeceğimiz bir
istasyonda, yine yazar söylemezse bilemeyeceğimiz durumların gelişeceğini
anlıyoruz. Diğer öykülerde açıktan söylemeden bildirdiği, tarihlerle ya da başka
göndermelerle okura sezdirdiği dış dünya ''bildiğimiz dünya''dır, ''Tuhaf
Su''daki ise ''bizi bekleyen dünya''. Politik çekişmelerin, askeri çatışmaların,
kent hayatıyla bütünleşmiş ölümlerin-kalımların ortasında yüreğimiz ağzımızda
ömür tüketirken, ''hey gidi koca dünya'' altımızdan kayıp gitmektedir ve Ahmet
Büke yitirmekte olduğumuz her ne varsa onun öyküsünü yazmaktadır
zaten.
Cazibe İstasyonu'nda iki bölüm var: ''Taşın Dediği'' ve ''Tuhaf
Su''.
''Tuhaf Su''da, bildiğimiz, artık
tanış sayılabileceğimiz mahalleliden ve memleket hallerinden başka bir zamana,
suyun tükendiği, su yataklarından kovulmuşların Su Rejisine, suyu kontrol
edenlerin de kendi sistemlerine mahkum olduğu bir zamana geçirir bizi Ahmet
Büke. Kitabı bitirip de içimizde çizgi-bilim-kurgu film tadında görüntüler
kaldığında, gelecek dünya ile ilgili tasavvurumuzdan umut eksilmemiştir hala:
Hem ''... insanı böyle borçlu bırakacak kadar sevmek iyilik değil''dir zaten,
hem de Dünya Ronlulara kızkardeş olmuştur.
Ahmet Büke'yi neden
sevmeli?
Cumartesi Anneleri, hapishaneler, iş
cinayetleri, asker ölümleri; savaş, yoksulluk, kimsesizlik, içimizdeki ve
dışımızdaki deli, nar ağacı, asma yaprakları, kediler, karıncalar, ''gök
parçası, dal demeti, kuş tüyü'', yaşama dair her şey var öykülerinde. Çünkü ayık
bir adam Ahmet Büke. Ama ''ayık olan mükelleftir'' diye dert ettiğinden
yazdığını sanmıyorum: politik olanı hayatımızın ve haberlerin içinden geçtiği
kadarıyla, kalbimizin üzerinden geçtiği gibi yazıyor sadece. Ama gözyaşımıza
neden olan neyse işte, tam da orasından yakalayıp yazıyor. Yazarlığı, üzerinde
çalışılmış bir tavır gibi durmuyor, susmak ve söylemek arasında bir tercih
yapmış da söylemeyi-yazmayı seçmiş gibi değil, sadece böylesi kolayına geldiği
için yazıyor sanki. Yazarken ''çok söylemek, çok eylemek'' derdindekilerin
anlam yitirten kabalıklarına ve kalabalıklarına bir taşralı ürkekliği ile
bakıyor belki, bakıyor da kendini ve okurunu sakınıyor bu kuru gürültüye
bulanmaktan.
Taşrada terbiye olmuş çocuk ruhlarımız
ve iyilik-güzellikten yana olmaktan başkaca bir şey istememiş gençliğimizin
izleri var öykülerinde. Bugün geriye dönüp baktığımızda avlularından mutluluk
taşıyormuş gibi hatırladığımız kasaba evlerimizi, delikanlı solculuğumuzdan
gelen duyarlılık ve eksik kalanı umut ile tamamlamaya çabalayan naifliğimizi
buluyoruz onda: her yeni öyküye geçince ''şimdi neyi hatırlayacağız bakalım''
dedirten bir yakınlıkta duruyor geçmişimize.
İşte tüm bunlara sevindikten sonra, az
biraz büyümüş, bu modern dünyada beceriksiz, az ekmek, az huzur peşinde
yetişkinliğimizin verdiği ''ağyarini mâni, efradını câmi'' bir bakışla yeniden
buluşuyoruz öykünün kısalığında: Bir yandan kediler eteklerimize dolanıyor,
deliler önümüzü kesiyor, evrak numaraları tutuşturuluyor annelerin eline,
tutanaklarda iki satırla listelerden düşüyorlar adımızı; bir yandan toprak
kayıyor altımızdan, sular çekiliyor... aslında yeterince uzun her şey, yeterince
anlaşılır, yeterince tadı damakta, yeterince iç
sızısı...
Neden kısa yazıyor Ahmet Büke diye bana
sorsalar: daha uzunu ''aşırı doz'' olurmuş zaten derim.
Gördüğümüz, yaşadığımız, öldüğümüz, düştüğümüz bunca uzunken, okuduğumuz kısa
olsun bari...
Öykülerine memleketin tüm ahval ve
şeraiti sızdığı için memleket meseleleri için söylediğimiz, onun öyküleri için
de söylenebilir oluyor: Uzun lafa gerek yok, acı dedik mi mühimmat sebil zaten
memlekette, eski-yeni yaralarla kaplı her yanımız ve dokununca acıyor! Ahmet
Büke'nin öyküleri de uzun laflar etmiyor, dokunuyor sadece içimizdeki mühimmata.
Acıtıyor bir yandan, ama bu dokunma onmamış yaralarımıza iyi geliyor; çünkü
şefkatle sürtüyor bıçağını. Cazibe İstasyonu da okur'a iyi gelsin,
''şifa olsun''.
Sayrı ve kekre vaziyetimizin himmetiyle
dileyelim: tez zamanda başka istasyonlarda da buluşsun bizimle.
(NGU/HK)
15.10.2012
N.Gün
Uzun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder