22 Ekim 2012 Pazartesi

Yüzümüzdeki Hüzün Onun Kalbini Kırıyor

 

Ahmet Büke'nin Cazibe İstasyonu'nu elime alınca ilkin hafifliğinden şikâyetçi oldum. Hatta içimden ''Be adam zaten kısa yazıyorsun, bari kitap kalın olaydı'' dedim. Her şeyin irisinin, kalınının, ulu'sunun, konforlusunun, sterilinin, gösterişlisinin hatta aynalısının makbul olduğu bu zamanlara yakışmayan ince-narin bir kitap Cazibe İstasyonu. Kısa öyküler ve ince bir kitap dedik ama en obur okuru bile doyuracak kadar etkili bir dil ve her şeyden haberdar öyküler sıralanmış ard arda.

İnsanın kendi içine dönüp bakınca hayretler içinde varlığını fark ettiği ya da sonradan edindiği ''bi tike'' hayatı, ''bi gıdım'' insan olma duygusu var ya, herkesin bunu bile abartıp iyice reklama vurduğu, sayfa sayfa, kitap kitap, ekran ekran dökmeye koştuğu bu çağda böylesine etkili bir ''sözcük tasarrufu'' ile bizi utandırıyor her şeyden önce Ahmet Büke. Çoğu zaman söylemiyor bile, sezdiriyor. Önceki kitaplarından bildiğimiz bu sözcük tasarruflu hali, Cazibe İstasyonu'nda da devam ediyor.


Ekmek ve Zeytin'den Cazibe İstasyonu'na

Sadece kısalık, sarsıcılık değil devam eden: Öyküleriyle bize kurduğu mahalleden tanıdıklar da var Cazibe İstasyonu'nda.

Bir önceki kitabı Ekmek ve Zeytin'den ''Soğuk ve Toz Zerrecikler'' öyküsünde şehre inen kurt sürüsünden bir kurt karşılıyor bizi bu yeni kitabın ilk öyküsünde; ''Nenem Buldu Beni''de Mervan'ı bulan Dunya Kadın Cazibe İstasyonu'nun ''Tuhaf Su''yunda uğurluyor. Bilemeyiz, ''O İncir Nerde Şimdi''deki komutan ya da ''Baba-Oğul-Asker''deki ''devre''dir belki emekli olup Cazibe İstasyonu'na giden yolda Belediye Başkanı olan.

Önceki kitaplarından tanıdığımız ''sade-sıradan-bizden kahramanlar''ın başından geçenleri dinlemeye devam ediyoruz bir yanıyla ama ''ve olaylar gelişir'', yazar bizi elimizden tutup gözünün gördüğü kadar ilerdeki bir dünyaya götürür: Ekmek ve Zeytin'deki ''Hidrojeoloji Mühim Mevzu''dan bildiğimiz, cesetlerin atıldığı baraj gölü ve dahi ''Musul'da Bir Göl'' kurumuştur, Cazibe İstasyonu tam da bu nedenle ad olmuştur kitaba. Başka bir deyişleEkmek ve Zeytin'e Su eklenmiştir.

Öykü kitaplarının tüm güzelliğine rağmen bir kusuru olur bazen: Dergilerde, sitelerde şahane birer ''teklik'' olarak okuduğumuz öyküleri bazen bir kitapta bir araya gelmiş halde görünce tedirgin oluruz. Çünkü öykü her ne kadar bağımsız bir ''şey''se de, bir kitapta toplandığında hepsini içeren bir atmosfer kurulmasını, ''kahraman''ların hepsinin birbirine tanıdık gelmesini bekleriz, hatta hep beraber bir çemberin etrafından tutup kaldırmalarını, (ukala) okurun tepesine bir hale gibi koymalarını bekleriz.

İyi kötü, düzenli olarak öykü kitapları alan, okuyan bir okur olarak kitabın ''derleme'' olduğu hissi yaratan, yazarın belli bir izlek, okurun çözeceği bir iç bağlantı üzerinden yazdığı duygusunu sona erdiren, ''bu da elimde kalmasın, sığışıversin bu kitaba'' diye konulmuş öyküler görürüm bazı öykü kitaplarında ve orda kitabı bırakırım. Yama gibi duran öyküye kızarım, ancak bir zaman sonra okunmamış öykülere geri dönebilirim. Ahmet Büke kitapları bu yanıyla da güzeldir: Birbiriyle bütünleşmiş, her biri hısım akraba, birbirine tanıdık öyküleri bir araya getirmesinden dolayı da güzel dururlar kitaplığımda. Genel olarak öykülerde iki ayrı biçim vardı dikkatimi çeken: Başlayan-biten klasik öykülerin yanı sıra, sayfanın altına, üstüne, yanına atılmış çizgiler ya da kutucuklarla yürüyen başka bir paralel öykü -içses kullanıyordu bazı öykülerinde. Kitapta veya içinde yer aldığı öyküde kesinti yaratabileceği halde ustaca kullanıldığı için göze batmayan bu çizgileri, kutucukları seviyorum.

Cazibe İstasyonu'ndaki ''Tuhaf Su'' diğer öykülerden farklı olarak bir ikinci kitap hissi yaratacak kadar uzun ve arkası yarın beklentisi yaratan bir kurguya sahip, bilim-kurgu, bir mini distopya denebilir sanırım. Kitabın ikinci yarısının ''elimde kalması'' ihtimalini de göz önünde bulundurarak bu bölüme tedirgin geçeceğimi düşündüm: ama kitap bittiğinde ''geçiş''i fark etmediğimi gördüm.

Kitap bir de bu bakımdan ayrı bir övgüyü hak ediyor bence. Kitap isminden itibaren, ''Tuhaf Su''ya, Cazibe İstasyonu'na hazırlıyor okuru zaten. ''Tuhaf Su''yun girişi de diğer öykülerle paralel. Bu üzerinde düşünülmüş ve belki de özellikle yumuşatılmış geçiş, tarzın değiştiğini, artık yazar tarif etmezse bilemeyeceğimiz bir istasyonda, yine yazar söylemezse bilemeyeceğimiz durumların gelişeceğini anlıyoruz. Diğer öykülerde açıktan söylemeden bildirdiği, tarihlerle ya da başka göndermelerle okura sezdirdiği dış dünya ''bildiğimiz dünya''dır, ''Tuhaf Su''daki ise ''bizi bekleyen dünya''. Politik çekişmelerin, askeri çatışmaların, kent hayatıyla bütünleşmiş ölümlerin-kalımların ortasında yüreğimiz ağzımızda ömür tüketirken, ''hey gidi koca dünya'' altımızdan kayıp gitmektedir ve Ahmet Büke yitirmekte olduğumuz her ne varsa onun öyküsünü yazmaktadır zaten.

Cazibe İstasyonu'nda iki bölüm var: ''Taşın Dediği'' ve ''Tuhaf Su''.

''Tuhaf Su''da, bildiğimiz, artık tanış sayılabileceğimiz mahalleliden ve memleket hallerinden başka bir zamana, suyun tükendiği, su yataklarından kovulmuşların Su Rejisine, suyu kontrol edenlerin de kendi sistemlerine mahkum olduğu bir zamana geçirir bizi Ahmet Büke. Kitabı bitirip de içimizde çizgi-bilim-kurgu film tadında görüntüler kaldığında, gelecek dünya ile ilgili tasavvurumuzdan umut eksilmemiştir hala: Hem ''... insanı böyle borçlu bırakacak kadar sevmek iyilik değil''dir zaten, hem de Dünya Ronlulara kızkardeş olmuştur.

Ahmet Büke'yi neden sevmeli?

Cumartesi Anneleri, hapishaneler, iş cinayetleri, asker ölümleri; savaş, yoksulluk, kimsesizlik, içimizdeki ve dışımızdaki deli, nar ağacı, asma yaprakları, kediler, karıncalar, ''gök parçası, dal demeti, kuş tüyü'', yaşama dair her şey var öykülerinde. Çünkü ayık bir adam Ahmet Büke. Ama ''ayık olan mükelleftir'' diye dert ettiğinden yazdığını sanmıyorum: politik olanı hayatımızın ve haberlerin içinden geçtiği kadarıyla, kalbimizin üzerinden geçtiği gibi yazıyor sadece. Ama gözyaşımıza neden olan neyse işte, tam da orasından yakalayıp yazıyor. Yazarlığı, üzerinde çalışılmış bir tavır gibi durmuyor, susmak ve söylemek arasında bir tercih yapmış da söylemeyi-yazmayı seçmiş gibi değil, sadece böylesi kolayına geldiği için yazıyor sanki. Yazarken ''çok söylemek, çok eylemek'' derdindekilerin anlam yitirten kabalıklarına ve kalabalıklarına bir taşralı ürkekliği ile bakıyor belki, bakıyor da kendini ve okurunu sakınıyor bu kuru gürültüye bulanmaktan.

Taşrada terbiye olmuş çocuk ruhlarımız ve iyilik-güzellikten yana olmaktan başkaca bir şey istememiş gençliğimizin izleri var öykülerinde. Bugün geriye dönüp baktığımızda avlularından mutluluk taşıyormuş gibi hatırladığımız kasaba evlerimizi, delikanlı solculuğumuzdan gelen duyarlılık ve eksik kalanı umut ile tamamlamaya çabalayan naifliğimizi buluyoruz onda: her yeni öyküye geçince ''şimdi neyi hatırlayacağız bakalım'' dedirten bir yakınlıkta duruyor geçmişimize.

İşte tüm bunlara sevindikten sonra, az biraz büyümüş, bu modern dünyada beceriksiz, az ekmek, az huzur peşinde yetişkinliğimizin verdiği ''ağyarini mâni, efradını câmi'' bir bakışla yeniden buluşuyoruz öykünün kısalığında: Bir yandan kediler eteklerimize dolanıyor, deliler önümüzü kesiyor, evrak numaraları tutuşturuluyor annelerin eline, tutanaklarda iki satırla listelerden düşüyorlar adımızı; bir yandan toprak kayıyor altımızdan, sular çekiliyor... aslında yeterince uzun her şey, yeterince anlaşılır, yeterince tadı damakta, yeterince iç sızısı...

Neden kısa yazıyor Ahmet Büke diye bana sorsalar: daha uzunu ''aşırı doz'' olurmuş zaten derim. Gördüğümüz, yaşadığımız, öldüğümüz, düştüğümüz bunca uzunken, okuduğumuz kısa olsun bari...

Öykülerine memleketin tüm ahval ve şeraiti sızdığı için memleket meseleleri için söylediğimiz, onun öyküleri için de söylenebilir oluyor: Uzun lafa gerek yok, acı dedik mi mühimmat sebil zaten memlekette, eski-yeni yaralarla kaplı her yanımız ve dokununca acıyor! Ahmet Büke'nin öyküleri de uzun laflar etmiyor, dokunuyor sadece içimizdeki mühimmata. Acıtıyor bir yandan, ama bu dokunma onmamış yaralarımıza iyi geliyor; çünkü şefkatle sürtüyor bıçağını. Cazibe İstasyonu da okur'a iyi gelsin, ''şifa olsun''.

Sayrı ve kekre vaziyetimizin himmetiyle dileyelim: tez zamanda başka istasyonlarda da buluşsun bizimle. (NGU/HK)

15.10.2012

N.Gün Uzun

Hiç yorum yok: