9 Aralık 2012 Pazar

UYKUSU BÖLÜNEN ÇOCUKLARA


(Öyküye önsöz olmaz ama bu eski bir öykü olduğu için olur bence:
Bazı öyküler sadece birini özlediğimiz için yazılır: Ben bunu babamı çok özlediğim bir zamanda yazmıştım. Taa 2000'de. Uzaktık ve bir daha görüşüp görüşemeyeceğimiz hiç belli değildi. Özlemekten bile vazgeçmek üzereydim... Duyguları adlandıramamanın acemiliği, öykü yazmanın acemiliğine karışınca böyle bir şey çıkmıştı ortaya. İlk öyküm oldu bu, babama da ilk mektubum. Böyle işte!)
 
 
 

UYKUSU BÖLÜNEN ÇOCUKLARA

    ''Git'' diyen sesin kulağımda, ''Git ama çocuğum benden kaçma...''  Senden ayrılırken, o evden, çocukluğumu geçirdiğim o büyülü koridorlardan, asma kattan, tahta merdivenlerden ayrılırken, gidişimin yıllardır üstüme bir karabasan gibi çöken suskunluktan, durgunluktan kaçma duygusu olduğunu biliyor gibiydin. Aramızda konuşulmamış ve ben bir heykel katılığında durmayı sürdürdükçe de konuşulmayacak ne çok şey vardı seninle. Bana yaklaşmasına izin vermediğim sevecenliğin yine sesinde toplanmıştı tümden: ''Git ama çocuğum benden kaçma...''

      Aramızda bir engel, aşılmaz duvarlar, sanki her saniyesini acıyla hatırladığım uzun yüzyıllar vardı, yüzleşemediğim, anlayamadığım, neresinde olduğumu o çocuk aklımla bir türlü kesinleştiremediğim, gerçek ile düş arasında gidip geldiğim yüzyıllar, mesafeler, çöller...

      Hem gidiyordum, hem kaçıyordum bildiğin gibi, ilişkimizi bir türlü onaramamanın yenikliği ile.

      Sahi her şeyi söyleyebilmenin mümkün olduğu bir yer var mıydı?

      Yüzünün aylasındaki o ince kederi, yatağını kendisi oluşturmuş ırmaklar gibi derinden ve güvenle uzanan, geniş alnındaki çizgileri anımsıyorum: O derin çizgilere artık hiçbir şeyin söylenemez olduğu zamanlarda takılır kalırdı gözlerim. Ve hep gözlerimi başka bir görüntüyle yıkayamayacağım yerlerde olurdu bu... Boğazımda sana hissettirmediğim bir düğümlenmeyle söz'süz, hiçbir ses'in yardımı olmadan içimden geçenleri; hatta daha önce biriktirdiklerimi de anlayıveresin isterdim. Konuşmak zorunda hissetmezdim hiç kendimi, çünkü sözün kifayetsizliğini, anlam yitirten yetmezliğini taa çocukken öğrenmiştim.

     Yüzünün yaşlı kederine çok aykırı bir isyan halindeydi mavi gözlerin; genç, çocuksu, yumuşak... Başka yüzlerde keder hep gözlerde gizlenirdi doğru, ama senin yüzün için geçerli değildi bu...
 

     * * * 

    Çok ateşim var yine. Çocukluğumdaki gibi ağlamaklı bir bakış gelip yerleşiyor yüzüme ateşle birlikte. Okuduğum kitabı kapatıyorum, parmağımı arasına yerleştirerek tek elimle tutuyorum. Elimi örtünün altına kaydırıyorum Küçük Prens’le birlikte. Usulca gözyaşım şakağımı dolaşıp saçlarımın arasına kayıyor. Saçlarımın içinde yitiriyorum o bir kaç damla gözyaşının bıraktığı ıslaklık hissini...

        Kitabın arasından parmağımı çekmedim henüz: ‘’ Bu gece gelme, acı çekiyormuşum gibi olacak, biraz da ölüyormuşum gibi.’’ Okuduğum son cümleler kafamda dolanıp duruyor. Belki de doğru anımsamıyorum, muhtemel ki yazar böyle sıralamamıştır sözcükleri. Ama kurulu cümleler benim artık, istediğim, sevdiğim gibi sıralarım. Bazı kitapları okuduktan sonra ‘’benim’’ zannettiğim cümleler kalır hep böyle dilimde. ‘’Geçmişte bir yerde, birisine mutlaka söylemiştim bunları’’ dediğim türden: ‘’Bu gece gelme. Acı çekiyormuşum gibi olacak... Biraz da ölüyormuşum gibi...’’ Düşlerime geliyorsun, konuşamıyorum. ‘’Özlemek’’ bu mu acaba? Hissettiklerimi adlandırmaya çalışıyorum böylesi zamanlarda,’’özlem’’ sık sık aklımdan geçiyor, ama değil sanırım. Özlemek nedir, tanımını yapamadım ben. Özlemeyi öğrenemeyecek olanlardanım, uykusu bölünen bütün çocuklar gibi. Özlemek acının tariflerinden biri gibi ama adını koyamıyorum. Yüzün düşlerimde asılı kalıyor, konuşamıyorum.

          Yüzünün yaşlı çizgilerini karşımda görüyorum şimdi, uzun uzun biriktirdiklerimi anlatıyorum sana dair. Özlemek değil ama bu! Ateşim yükseldikçe kırılganlaşıyorum, gerçeğin çizgileri keskinliğini yitiriyor. Düş bu, biliyorum ki karşımdaki suret gerçek olsa, sadece susarak çizgilerini seyretmekle yetineceğim. Hayır, söylemek istediklerim özlemden kaynaklanmıyor, bir hesaplaşma belki de, ödeşme. Sadece duymayı hakettiklerini, gerçekten senin olanları, sana söyleyemeden ölürsen, kendime, içimdeki adalet duygusuna karşı kendimi suçlu hissedeceğim. Hep yenik kalacağım bu yüzden...

           Sahici bir öykü tadındaydı babamla yaşantımız. Babamla dediğime bakma, o, bu sözü benden hiç duymadı. Feodal bir ağırbaşlılıkla büyük amcama bağışladığı ‘’baba’’lığı yıllar yılı amcamlardan uzak kentlerde, kasabalarda yaşadığımız halde ona hiç geri dönmedi. Yalnızca küçük kardeşimiz ona bu kıvancı yaşattı; yıllar sonra beşinci çocuğu ile ilk kez ‘’baba’’ oldu babam. Yusuf ona baba diyerek büyüdü.

          Kasaba akşamlarının tenhalığında herkes gündelik koşuşturmacalarını bitirip de erken sayılabilecek bir saatte evde toplandığında babam anılar anlatırdı. Sonraları çok insan tanıdım onun yaşlarında ama kendi geçmişine karşı bu kadar coşkulu, acılarına karşı bu kadar sevecen, kendi serüveni ile barışık olanı azdı aralarında.

         Okuduğumuz çocuk dergilerinden birinde Afrika’ya aslan avına gitmiş bir avcının çizgi romanı vardı: Taraskonlu Tartarin. Tıpkı babam gibi ‘’şişko’’, tıpkı babam gibi vücudu geçmiş yaşamının izleriyle dolu, tıpkı babam gibi konuşkan... Anılarına başlayınca Taraskonlu Tartarin oluyordu babam bizler için. Çünkü anlattıkları dingin kasaba yaşamı içinde çocukluğunu yaşayan bizler için o Afrikalı aslan avcısının serüvenleri kadar uzak, onlar gibi inanılmazdı. O yıllardaki babaların giydiği türden, çubuklu, önü düğmeli üst pijamasının yakasını geriye atıverip sağ göğsünün üzerinden omzuna doğru yol alan tekerlek izlerini göstermese, üzerinden geçen otomobile, albümün siyah karton sayfalarının dört kenarındaki çentiklere takılı fotoğraflardan babamla birlikte bize bakan pos bıyıklı, kruvaze ceketli, heykel duruşlu külhanbeyleri olmasa, ‘’mapusdamı’’ hikayelerine; annemin sessiz bir töreni andıran ağlamaları olmasa, ağabeyimle birlikte hep gülerek anlattıkları baba-oğul gidilen işkence tezgahındaki konuşmalara, 12 Eylül günlerine... Hiçbir anıya inanmayacaktık izler olmasa...Zaman zaman bütün bu anıların, acıyla serüvenin iç içe geçtiği bu söylencelerin tek bir kişinin geçmişine ait olması inanılmaz gelirdi.

        Doğarken annesini yitirmişti. Onu büyüten sütanneyi büyük bir sevgiyle, bazen gözleri yaşararak anımsardı. ‘’İşte o güzel kadının adını sana verdim’’ diyerek öperdi beni. ‘O güzel kadın’ın yerine de sevilerek geçti çocukluğum.

        Sonra onüç-ondört yaşlarındayken kan davası nedeniyle cinayet! Babam yaşlı amcasıyla birlikte ‘’ver elini mapus damı’’.1950’lerden az öncedir ve yazar Kemal Tahir de komünistliğinden dolayı yatmaktadır Çorum Cezaevinde.

         O hayıflanarak ‘’elimizi kana buladık, elimizin kanıyla’’ dedikçe ellerine yönelen çocuk bakışlarımızdan kurtulmak için okunan Nazım şiirleri. Nazım Bursa’da hapistedir ve Kemal Tahir’e mektuplarıyla şiirlerini de göndermektedir. Çorum Cezaevinde Kemal Tahir Nazım’ın şiirlerini okudukça ‘’elinin kanıyla’’ ezberlemiştir onları mahpus babam.

          Dışarıya çıktığında okumaya-yazmaya, aydınlığa hevesli bir genç adam olmuştur artık. Çorum’dan Ankara’ya ‘ölmemek-öldürmemek’ için gelir, ’köyde de hayat kalmamış’tır zaten. Hapisten çıkmalarına az bir zaman kala yaşlı amcası içerde ‘hasretlikten’ ölmüştür, sütannesi ‘o güzel kadın’ da dışarda...

         Sonra renklenirdi hikayemiz. Kentin şaşkınlık yaratan yaşamı, annemle evlilik, topraktan kopuş, Almanya’ya yolculuk. Bambaşka bir dünyaya aralanan kapılar... Ardından tercümesi gelecek olan Almanca diyaloglarla anlatılırdı bazı olaylar, kahkahalar karışırdı akşamın güzelliğine.

         Geri dönüş, mücadele, devrimcilik... Hepimizin az çok tanıklık ettiği, uzundan kıyısından hatırladığı zamanlara gelirdik. 12 Eylül günlerini o içerden biz dışardan anlatırdık. Ama hep, hep bir şeyler atlanırdı, herkes ağız birliği etmiş gibi ‘’sen biraz hastaydın, belki hatırlamazsın’’ diye seslerini yumuşatarak anlatırlardı bana dair olanları. Annem ‘’seninle görüşe gitmiştik’’ dese kıyamet kopardı içimde. Kim doğru, kim yalan anlayamazdım. Bildiğim, anımsadığım görüşe götürülmediğimdi çünkü.

          Hatta kaç kez annem bensiz gittiği görüşten döndüğünde, evde beni ölmüş bulsun diye inatla yattığım mutfağın beton zemininde uyuyakalmıştım. Soğuktan ölünebileceğini zannederdim o zamanlar.

          Herkesin sesinin yumuşadığını, sözcükleri özenle seçerek konuştuklarını fark ederdim, çünkü o yıllar benim suskunluk yıllarımdı. Askerler babamı almaya geldiklerinde, elimde annemin yazdığı alış veriş listesi ile sanayi çarşısının o karanlık dükkanında olmam, yalnızca bu mu, tüm 12 Eylül ‘’annemin suçu’’ydu ona kalırsa. Oysa susmamın nedeni orada olup biteni anlatabileceğim sözcükleri bulamıyor olmamdı yalnızca. Henüz öğrenememiştim kıyıcılığın dilbilgisini, noktalama  işaretlerini.

          Babam aklıma her geldiğinde nefesim daralırdı, her görüş sonrası günlerce ateş, sayıklama, astım krizleriyle geçerdi. Sesim çıkmazdı istesem de, uzun sürmüş bir uykudan uyanmaya çalışır gibi olurdum ama bir türlü uyanamazdım. Sonra, içerden konulan görüş yasağı:’’Baban seni görüşe götürmemi istemiyor, çünkü her görüş sonrası hasta oluyorsun! Zaten bir ‘nasılsın’ bile demedin.’’ Yetmezmiş gibi, bir de okul defterime düşülen not:’’Cuma günleri de okula gelsin.’’

           Aklımdan bunları uydurmuş mu olduğumu geçirirken annemle göz göze gelirdik istemesek de. Uydurmuş muydum sahiden çocuk aklımla. Suskunluğumdan ya da götürülmediğim görüşlerden bahsedilmezdi anlatılırken. Gizli bir anlaşma gibi, hatırlanmasında sakınca olmayan, güzel, çokluk da komik olaylar gelirdi herkesin aklına.

           12 Eylül karanlığı yavaş yavaş yerini tamiri mümkün olmayan acılara bırakarak ‘’anı’’ oldu hepimiz için. Babam dışarı çıktı. Ama ben onunla yokluğuna dair hiç konuşamadım. Aramızda hep bir tel örgü kaldı o günlerden.
 

            Akşam biter, gece üstümüze çökerdi. Babam geceyi güzel kapatmak için olacak, mutlaka katıla katıla güleceğimizi bildiği bir şeye atlayıverirdi ustaca. Bazen o kadar çok gülerdik ki sonraki bir kaç gün, aklımıza geldikçe devam ederdi kardeşler arasında o gülme seansları.

            Babam geçmişini severdi, serüvenini, hikayesini hepimizin, ailemizin geçmişi haline getirebilmek için de anlatır, anlatırdı. Üç-dört yılda bir taşındığımız kentlerde, kasabalarda, topraksız, köksüz, memleketsiz bir kuşak olarak büyüdüğümüze hayıflanır, nereye ait olduğumuzu belletmek için de anlatır, anlatırdı: Ama o bizim için Taraskonlu Tartarin’di.

            Yaşamlarımız, çocukluklarımız o kadar sadeydi ki, anlattıkları, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar gibiydi; beğendiklerimizi tekrar tekrar dinlemekten bıkmazdık ama bir türlü de ‘olayın kahramanı’ olamazdık. Bize uzaktı, hissetmezdik, bunu bilirdik.

           O zamanlar bütün evlerin bizimki gibi şen gürültülerle, hüzünlü anılarla, kahkahalarla dolu olduğunu zannederdik. Bütün babaların da bi dolu serüveni olduğunu… Sokakta geçirdiğimiz vakitler arttıkça, oyundaki, okuldaki çocukların pek de bize benzemediğini fark ettikçe anladık ki sevgi her eve eşit dağıtılmamış mahallemizde.  Yaz akşamlarının geçirildiği büyük balkondaki ışıkların aydınlattığı yüzler bizimkine benzemiyor, kahkahalar taşmıyor sokağa.


* * *

            Büyüdükçe evde geçirilen saatler azalır oldu. Ben denize akşam yüzmesine giderken, annemle babam ipte asılı bir çift gömlek gibi olurlardı. Hastanenin yüksek duvarlarını dönen caddede kayboluncaya kadar arkamdan bakarlardı, ne zaman dönüp onlara baksam rüzgar ipteki gömlekleri havalandırmış gibi olurdu; el sallarlardı birlikte. Bilirdim ki ben dönünceye kadar onlar gözleri caddede, oturup sohbet etmeye devam edecekler.

            Bazen yolu uzatıp onların beklediği yerden değil, tam tersi yöndeki caddeden gelirdim eve. Balkondan gözükmeyecek biçimde apartman kapısından süzülüp, merdivenleri üçer beşer zıplayarak bir solukta enselerinde bitiverirdim. Bazen usulca sohbetlerine karışırdım devam ederlerdi, bazense bekleme törenini hiç bozmadan şöyle bir görünür gider yatardım. Onlar ‘’sayım’’ı tamamlamak için diğer çocuklarını da bekleyeceklerdi nasılsa.

           Birilerinin beni beklemesi bugün artık tahammül edemediğim bir duygu. Beklenmek… Hayatımızın üzerine çöken bir buyruk gibiydi. Denizin en uzak yerinden geri dönüp kıyıya doğru yüzmeye başladığım andan itibaren, kumsalda beni bekleyen bir çift gömlek olurdunuz yeniden. Her kulacım size bir an önce ulaşmanın telaşında, sizi rahatlatmak, uykuya göndermek için atılırdı. Sudan çıkıp eve doğru yürümeye başladığımda bile karada size doğru kulaç atar gibi hissederdim gövdemi. Balkonun altına kadar yüzerdim yüzerdim sanki. Sevginizin zinciriyle çekiliyormuşum gibi hissederdim.

            Aradan uzun yıllar geçti. Yüzünün aylasındaki ince keder bu yıllarda derinleşmiş. Ve ben bu yıllarda çok kereler yeniden öğrenmiş olmalıyım her şeyin söylenebileceği bir yerin olmadığını, sözcüklerin anlamı taşımaya yetmediğini… Asla içimden çok kereler kurduğum halde hissettiklerimi sana söyleyemeyeceğimi, bunu hep seni tanımayan üçüncü şahıslarla paylaşacağımı…

             Zaman bazı sevgileri taşınmaz, bazı acıları tamir edilmez kılıyor. Suskunun hükmüne terk ediyoruz içimizdekileri. Ne ben, ne de diğer kardeşlerim, yaşadığımız çağın başkalığından olsa gerek, senin kadar sevecen olamadık ne kendi geçmişimize karşı, ne de sevdiklerimize karşı.

             Ben yıllar sonra döndüğüm o kıyı kasabasında çocukluğumun sana karşı şaşkınlığını yaşadım yeniden: Anlattıklarını, seni, artık bembeyaz olmuş saçlarının gölge yaptığı geniş alnını -kırışık denilemez onlara- kesin ve derin, birbirine uzak aralıklarla, alnını boydan boya geçen çizgilerini seyrediyorum içimden seninle konuşurken.
 

* * * 

       Ateşim gittikçe yükseliyor, zihnim açık ama düş görüyorum, düş gördüğümü biliyorum. Zaman zaman sesim mırıltı halinde kulaklarıma çalınıyor. Çok uzaktan geliyormuş gibi, başkasının sesiymiş gibi. Aşina olduğum ama adını bir türlü koyamadığım bir ezgi gibi. ‘’Belki de sayıklıyorum’’ diye geçiriyorum içimden. Zihnimin berraklığı şaşırtıyor beni, ancak vücuduma söz geçiremiyorum. Yüzün hala karşımda… Hayır, özlemek değil bu!

             Öldüğünü zannediyorum yalnızca… Söylemek istediklerimi, biriktirip hep sonraya bıraktıklarımı bilesin istiyorum. Yeterince yaşlandıysan ve serüvenini tamamladıysan ve illa ki öleceksen – insan isteyerek ölebilmeli derdin ya!- beni dinleyip öyle öl lütfen! Aramızda kalan tel örgünün ilmeklerinden sesim geçebilsin.

              Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş, sizden kilometrelerce uzaktaki başka bir kıyı kasabasının deniz görmeyen pencerelerinde çocukluğumu, Taraskonlu Tartarin’in anılarıyla şenlenen, mahalleye taşan gürültüleriyle kalabalık evimizi… İlkgençliğimi, o günlerde hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dostluklarımı, sevgilerimi… Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş. Ve özledikçe öldürüyorum sevdiklerimi…

              Kimbilir belki de hesaplaşamamanın, söylenemeyenin; yüzleşememenin karanlığında kendimi öldürmekteyim usulca. Bir katil gibi dolanıyorum ortalıkta: Özlem cinayettir çünkü uykusu bölünen çocuklara.

 

 

 

17 Kasım 2012 Cumartesi

SERÇELER ÖLÜRSE*


Tanıyanlar bilir: O, hayatımızın ve onun altında kalmamaya ahd etmiş kalbimizin bi’milyoncu’sudur. En hayat ve neşe yoksulumuzu bile ‘ucuzundan’ mutlu eder, herkesin derdine bi’ ‘’çare’’dir güzelim öyküleriyle. Basit ve kısa ömürlü, ucuz saydığınız ne varsa işte, kuş ve çiçek adlarından gençlik maceralarına, otobüste dizi dizimize değen adamdan, rögar kapağındaki kuş otuna, hiçbir şeyi anlamaya, beklemeye sabrı olmayanların bihaber olduğu tevekkülden, orta sınıf’a terfi etmekte tereddüt eden hayatımızın neresine koyacağımızı bilemediğimiz pazar günlerine kadar hepsi var öykülerinde.
İnsanların sadece hırslarıyla büyüyebildiği, kişisel reklam ve promosyon politikası yoksa görünmez olduğu; içini saklayarak hayatta kaldığı bir dünyada ‘’bi’milyoncu’’ gibi hepimizin gününü kolaylaştıran, kalıcı olmasa bile her gün bir yenisi edinilebileceğine dair umut doğuran, böyle küçük sevinçlere kaynaklık eden bir ‘’öykücü dükkanı’’ var sanki Sibel Öz’ün. Öykücülük de bir çeşit bi’milyoncu’luk değil mi zaten: Çok satışlı, az karlı… küçük dertlere çare… Büyük dertlere ise zaten Allah kerim.
Feridun Andaç’ın ‘’zamanımızın öyküsünü yazıyor, yalın, atak, dupduru söyleyişle’’ dediği Sibel Öz’ün 2. kitabı Serçeler Ölürse Notabene Yayınları’ndan çıktı. İlki Agora Yayınları’ndan çıkmıştı, En Çok Seni Bekledim. Çocukluğumuzun mahallelerinden gençliğimizin yangınlarına kadar pek çok şey vardı içinde ve her yerine İstanbul sızmıştı kitabın. Yaşanmış ve özlenmiş bir İstanbul. 
Serçeler Ölürse’de yine sahne İstanbul ama ilk öykü Karadeniz’den başlıyor ‘’Lena’’yla. Hayalle bulanıklık arasında, hatırlamayla unutma arasında yaşanmış, belki de yaşanmamış bir aşk’ın sayıklamalarıyla karşılıyor kitap bizi. ‘’Kanaat, Tevekkül ve Karıncalar’’da kim kimi değiştirir, hangi kavşakta yakınlaşırız babalarımızla, ‘’incecik boyunlarımızın üzerindeki başımız’’ nereye kadar eğilirdi ki diye düşünürken, ‘’Bahçesiz’’de babamız başımızı eğdikçe kaderine daha da yakından baktığımız annemizin de ölebileceğini söylüyor ansızın. Yorgun ve mecalsiz genç kadınlara dönüşürken razı olduğumuz Pazar günü ayinleri var ‘’Pazar’’da. ‘’Hele Gözle’’ de evine sığamamış, neşesiyle-kederiyle bahçeye taşmış bir teyzenin –bugünlerde pek çok annenin- gününü bıçak gibi kesen açlık grevi haberi. ‘’Bozkır’’da uzak bir akraba gibi cenazesine gidilenler, yolumuzu yol edenler var. ‘’Küf Beyazı’’ öyküsü ise  ‘’kör bir oyun gibi defalarca ele geçirildiğimiz’’ ama yine de kendimize kaldığımız F tipi bir hücrede geçmekte.
Hepsi tanıdık, hepsi telaşlı, hepsi güzel öyküler: tanıdık kelimesinin altını çizmek isterim. Belki yaşlandıkça geçmişi bizimkiyle sarmaş dolaş olanların o geçmişe selam duran, içinde o zamanlardan çekip çıkardıkları cümlelerin dolaştığı öyküleri okumak iyi geliyor, belki yarası-rüyası aynı olanlar benzer hikayeleri yaşıyorlar da biri anlatınca o geçmiş, o hikayeler ‘’boşa gitmemiş’’ oluyor.
Geçmiş deyince yanlış anlaşılmasın: nostaljiye mahal yok henüz, çünkü geçmiş devam ediyor Sibel Öz’ün öykülerinde. L. Althusser ömrünün sonuna gelirken ve en sevdiğinin boynunu kendi elleriyle sıkıca kavradıktan sonra ‘’Gelecek Uzun Sürer’’ diyordu geçmişin ve şimdi’nin bitmeyeceğini imler gibi. Onun sözünü eğip bükmek, belki ona eklemek isterim ben: Bazı geçmişler hep devam eder, hep uzun sürer, gelecekten bile uzun sürer. Anlaşılan o ki, Sibel Öz’ün öykülerindeki hapisane de hiç bitmeyecek. Başından (‘’Oto Kiralamacı, Bimilyoncu, Kömürcü’’) ya da sonundan (‘’Hele Gözle’’) bir yolunu bulup giriyor bu hapislik öykülerine. Yazarın içerde geçirdiği günler, dışarıdakilere de uzanmış, teneke bir nişan gibi ışıldıyor bazı cümlelerin içinden.
Ama Sibel Öz’e söylemeli birileri;  ‘’biliniyor / hayat bizden razıdır’’**. Artık kalemini salıvermeli: eğlenceli, akışkan, koşturmacalı bir dili ve daha bir dolu öyküsü var Sibel Öz’ün. Roman’ın elinden öpen öykülerindeki neşeli damardan giderse, bazen dondurulmuş bir film karesine bakıyormuş hissi yaratan öyküleriyle ‘’kalbimizin öykücüleri’’ arasında aldığı yer daha da genişleyecek.
Serçeler Ölürse’ de mahallemizde telaşlı büyümelerimizi, gündelik siyasetin koparıcı, hırpalayıcı koşturmacalarının içinde hüzünle karışık ardımızda bırakmaya çalışsak da bırakamadığımız çocukluğumuzu, annemizi, babamızı, büyümeye çalışan oğlan çocuklarını, hırpalanmakla yetinmemiş üstüne bir de kendini hırpalamış kadınlık hallerimizi anlatıyor Sibel Öz. Mahallelerde kalan ilk gençliğimizi, serçelerin ölümünü andıran vurulmalarımızı, düşmelerimizi, tutsaklığımızı, serçe parmaklarımızda kilitli kalmış azaplarımızı…
*Notabene Yayınları, Ekim 2012
**İsmet Özel (Tahrik şiirinden)
(16 Kasım 2012 tarihli Radikal Kitap ekinde yayınlandı.)

6 Kasım 2012 Salı

55. Gün: Ya Hiçlik, Ya Açlık!


Açlık grevleri 54. günü doldurdu.
Bu uygar ve modern dünyayla sonsuz bir uyum içinde gözükürken bile, protestonun, itirazın, yok sayılmaya karşı açlığın neyi simgelediğini anlamaya çalışıyorum.

Tek başıma olamam değil mi?

Siz de hayatın ruhunuzun en gümrah noktasına sürekli taarruz halinde olduğunu düşünürken yakalanmıyor musunuz kendinize hiç?
Öğretilen ve uymamız beklenen tüm nezaket kuralları, hitap ve davranış biçimleri, düşünme ve algılama şekilleri velhasıl bütün alışılageldik klişelerin el ele vererek sizi sizden çaldığı, eksilttiği ve kalabalıkların ortasında erittiği hissine de mi kapılmıyorsunuz?

Metropollerin geniş, rengarenk ve ışıl ışıl caddelerinden birinde gezerken mesela, gereksizliğine hükmedip bir anda o göz alıcı vitrinlerin camlarını indirmek geçmiyor mu aklınızdan bütün haşmeti ve hesapsızlığıyla?
Taş alıp elinize kovalamak geçmiyor mu içinizden borçlu olduğunuz bankaları, sizden izinsiz cebinize, ruhunuza gelen reklam mesajlarını, sizi satışa getirmeye çalışan iş arkadaşlarınızın kariyer hırsını, sınav sınav koşarken edindiğiniz o hep 'yanlış şıkkı işaretledim' güvensizliğinizi?

Sevgilinizle öpüşürken ''her şeyi ve herkesi öylece, oracıkta'' bırakıp gitmek geçmiyor mu aklınızdan, bazen sevgiliniz de dahil. Gülüşlerinizden ağlayışlarınıza, öfkenizden aşklarınıza neyin sahibi olduğunuzu sanıyorsanız hepsinin tapon ve çalıntı olduğunu, mimikleriniz de dahil olmak üzere neyiniz varsa her birinin evrensel bir taklit ayininin ritüellerinden başka bir şey olmadığını fark ettiğiniz andan itibaren ruhunuzun derinliklerinde yürüyen bir isyancının, bu kolektif tapınmaya başkaldıran bir ''ağzını koluyla silen çocuğun'' ayak seslerini işitmiyor musunuz?

Televizyonlarda Başbakanlar, Ümit Özdağ'lar, ötekiler berikiler bağıra çağıra tükürükler saçarak, insan olmakla ilgili en küçük kaygılarının olmadığını ilan edercesine, ellerine bir açlık grevcisi geçirseler bir kaşık suda boğacakmış gibi konuşurlarken kanınıza ekmek doğranmış gibi hissetmiyor musunuz? Sonra bu adamların traşlı suratlarına, ütülü ceketlerine, parlak kumaşlardan yapılmış kravatlarına, ellerindeki not kağıtlarına ilişmiyor mu gözünüz?Çocukları var mı acaba diye düşünüp onlara da üzülmüyor musunuz?

Size de medeniyetten, devletin usul ve nizamından, bağımsız mahkemelerden, tam da bu günlerde, dalga geçercesine ortalığa sürülen ''tam donanımlı hapishane'' Silivri'yi anlatan videolardan bahsedilince, başınızı alıp en yakın dağa çıkmak istemiyor musunuz? Bu taş kalpli katlanılmaz uygarlık ''adil olmayan her şeyi doğal sayıyor.''* diye bir cümle okuduğunuzda, katılmıyor musunuz içinizden ve dışınızdan yüksek sesle?

O halde selam verin barbarınıza!

Kim o barbar diye sormayın, içinize bakın!
İçinizdeki can çekişiyor muhtemelen, o halde tam buraya bakın: Açlık grevindeki adı sanı bilinmeyen... evet bilinmiyor ''örgütün üst düzey yöneticileri'' yok çünkü bu açlık grevinde değil mi? Siz hep sürülerin temsiline inanırsınız çünkü. Gönüllü bağlara değil, temsil edenin mutlak egemenliğine hem de. Onların temsilcisi yok, sizin terazinin tartmayacağı biçimde yok bu sefer. Çünkü bu sefer onlar temsilci: Sıradan ve her şeyin sahibi, anadan doğma çıplak gibi dilsiz, ''yaratan ve kahreden'' isimsiz aç çocuklar temsil ediyor şimdi içimizdeki barbarı. Onlar masadan alaşağı edilen projelerin sahiplerine, sahte bir kız çocuğu edasıyla konuşup içinizde sahte bir şefkat uyandırmaya çalışan reklam kadınlarına da ''onur ve hayatın anlamı'' üzerine düşünmek fırsatı veriyorlar. Reklamlarınıza, kamu spotlarınıza** tükürerek ağızlarındaki kanları, bu topraklardaki barbarlığın belki de ilk, yeniden ve ama ilk hamlesini gerçekleştirmeye çalışıyorlar, toplum denilen şu uyuşuk gövdede.

Hayat kazansın istiyorlar çünkü: camlarınız parlasın diye pencereden düşen ev işçisi, ''bu da değil, bu da değil, olmamış'' apartmanlarınızı dikerken iki tahta bir kalas iskeleden düşen inşaat işçisi, kapağı olmayan rögara düşüp ölen kız çocuğu, eviçlerinde kimbilir belki daha ölmemiş, öldürülmemiş olmanın kahrını yaşayan kadınlar, kör sabahta indirim için önüne dizildiğiniz AVM'ye eti-kanı harç olmuşlar... kendi adına konuşamayan ne kadar ölü varsa işte onların adına da konuşuyorlar.
Çünkü onları anlarsak, bir anlarsak onları kalbimiz sağalacak, körelmiş yanlarımız cana gelecek, ölülerimizden başlayarak hayata sahip çıkacağız. Çoğunluk, temsil, demokrasi diye lafı ağzında geveleyip duranlar da bundan korkmuyor mu zaten?

Lokanta adisyonlarından siyaset devşirecek kadar zavallılaşmaları neden olabilir ki? Uğruna her şeylerinden, mazlumluklarından bile vazgeçtikleri iktidarlarını böyle bir tantanayla karşı karşıya bırakmaları? Kör kör parmağım gözüne yalanlarla açlık grevlerinin üzerine bu kadar yürünmesi neden olabilir ki? Zalim, yalancı, basiretsiz, beceriksiz... olmaya neden katlanırlar ki?

Çünkü her zamanki gibi bir siyasi çekişme değil gözümüzün önünde olup biten: Bir kavşaktayız.

Onlar anadillerinde kendi hayatlarını, kendi suçlarını savunmaya başladıklarında biz de suçlarımızı sayıp dökeceğiz bir bir ve sokaklarda savuna savuna yürüyeceğiz tüm suçlarımızı. Savaş suçlarına, işçi ölümlerine, kadın cinayetlerine de sahip çıkacağız bir bir. Çünkü hayat bir yerden savunulmaya başlayınca, devamı gelir... Kanlarının dışarı akabildiği gibi, hayat da dışarı, bize doğru akabilir bedenlerinden.
Çünkü onlar hapishane koşullarının düzelmesi için değil, bu ülkede kendileri olarak, hiçe sayılmadan yaşayabilmek için açlık grevindeler. Onlar daha büyük havalandırma için değil, daha geniş sokaklar için açlık grevindeler. Onlar kendi adları sanları bilinsin, tarihe kalsın diye değil annelerinin dili yazı'ya kalsın diye açlık grevindeler. Zaten aldılar o 36 yıl, 20 yıl, 18 yıl cezaları, almayanlar da alacaklar: Ama mesele o değil.

Kim o barbar diye sormayın: Barbara kimlik sorulmaz çünkü. DTP'liler miymiş, PKK miymiş, PJAK mıymış, örgüt mü karar almış, gaipten haberleşip mi aynı gün, aynı saatte başlamışlar açlık grevine, kim öne sürmüş onları, kim geri kalmış hiç birinin önemi yok. Temsil ettikleri şey uygarlık ve istikrar adına kaybettiğimiz, görmezden geldiğimiz bir şey çünkü.
Barbar hegemonyanın gazını boşalttığı yerde değil tam şahdamarında yaşar ve her daim ''büyük ve eskimiş'' yasakları yoldaş beller kendisine. Köhne anayasal düzeni bilinmeyen bir dilde konuşmaya çalışmak suretiyle değiştirmeye çalışır gibi sever mesela inatla, devletin milletiyle bölünmüş bütünlüğünü 'bir de buradan deneseniz'' nezaketiyle onarmaya çalışarak nefret eder.

Kürtçe Arınç'ın dediği gibi medeniyet dili değilse, Kürtçe hakimlerinizin dediği gibi bilinmeyen bir dilse işte o medeniyetinizin dışına ittiğiniz, dillerini bilmediğiniz barbar çocuklar da bedenleriyle konuşmaya başlarlar.
Onlar içimizdeki son barbarlar: Bedenlerinde kalan son takatle ''bölünmüş bütünlüğümüzü'' onarmaya çalışıyorlar şimdi.

* (Çiğdem Öztürk'ün Üç Başlı Ejderha-Leyla Erbil kitabı için yazdığı yazıdan)
** Açlık grevi süresince televizyonlarda en çok dönen ikili; Ali Ağaoğlu 1453 reklamı ve obezite ile mücadele kamu spotu idi.

(Bu yazı 5 Kasım 2012'de www.bianet.org'da yayınlandı.)

26 Ekim 2012 Cuma

Dışarıdan dışarıya mektup : ‘’Okuyan incinmesin…’’

 

45. gün
Binlercemiz gibi ben de hapis yattım, çıktım, gençtim. Yine girdim, yine çıktım, yetişkindim. Hapisten çıkanlar 2’ye ayrılır; içerden çıkanlar, çıkamayanlar diye. Ben çıktığımı sanırdım ama giderek anlıyorum ki çıkamamışım.  
Mesela Başbakan çıkmış olanlardan: o kadar çıkar ki insan hapisaneden, hiç hatırlamaz. Hiç hapisanenin hala orda durduğunu, kendi bir daha girmese bile başkalarının girebileceğini, oğlunun-kızının-sevdiği birinin oraya gidebileceğini düşünmez. Sanırsınız ki o hiç mazgal deliğinden uzanan ellerden utanmamıştır, ağır metal kapının güüüm diye yüzüne kapanmasından, şıngırtılı anahtar seslerinin yankılanarak uzaklaşmasından…  insan kendi için utanmaz, o ellerin sahibi için, o kapıyı itekleyen kolun kuvveti için, o anahtarları bir arada tutan metal halka için utanır.
Hep derdim arkadaşlarıma içerdeyken ‘’kusura bakmayın ama çıkınca önünden bile geçmeyeceğim’’ diye. Meğer ben de hiç çıkamayacakmışım hapisten.

Herkes acı çekiyor, herkes üzülüyor kendi meşrebince evet. Ama bizimki, biz eski mahpuslarınki  hastalıklı bir hale dönüşüyor giderek:  yanaklarımızdan süzülen yaşlar yakamızı ıslatarak koynumuza süzülünce fark ediyoruz ağlayıverdiğimizi; sokaklara çıkıp varacağımız yeri çoktan geçtiğimizi görünce anlıyoruz aslında gidecek yerimizin olmadığını, kimseyle konuşmak istemediğimizi. Kırık dökük, beceriksizce hazırlanmış basın açıklamalarında sizinle (toplumsal muhalefet! diyelim)  slogan bile atamıyoruz, atamayınca anlıyoruz size bile ait değiliz artık, yarım saatliğine de olsa yan yana duramıyoruz. Sesimiz çıkmıyor. Cezaevi kapılarına gidemiyoruz, annelerin yüzüne bakamıyoruz, onların oğulları-kızları içerdeyken biz dışarı çıktık diye mahcup oluyoruz.  Sonra birbirimize koşuyoruz, şu İstanbul cangılında yol demeyip, iş demeyip Bağcılar’dan Beykoz’a, Pendik’ten Taksim’e gelip birbirimizi buluyoruz, sokak köpekleri gibi birbirimizin peşine düşüp ilerliyoruz nereye gideceğimizi bilmeden. Eski koğuş arkadaşlarımızla buluşuyoruz, beraber açlık grevlerine girdiğimiz, birbirimizin ‘sağlıkçısı, refakatçisi’’ olduğumuz, sesli kitap okuma diye bir şey uydurup birbirimizi uyanık tuttuğumuz. Bin senedir aynı lafları ettiğimiz halde, yine etmek üzere birbirimize koşuyoruz. Dereden tepeden konuşuyoruz ama gözlerimizden altyazılar geçiyor, onlarla anlaşıyoruz. Konuşunca umutsuzluk ortak paydamız oluyor, ya da öfke… Sığınacak kimsemiz olmuyor böyle zamanlarda birbirimizden başka.

Özcan Alper’in Sonbahar filminin görüntüleri ile Apolas Germi söylüyor, youtube’da ve başka müzik paylaşılan sitelerin neredeyse hepsinde var : ’’mektup yazdım acele de, oku oku hecele’’ diye başlayan, ‘’okuyan incinmesin de yüreğim yanmış idi’’ diye biten bir türkü.  Kim yazmıştır sözlerini bilmem ama o şimdiden anonim’dir bizim için, kim yazdıysa yazmış, hepimizindir. İsterim ki bu mektubu okurken bir daha dinleyesiniz, sözlerine inceden inceye bir daha dikkat kesilerek... Hapisane mektuplarının nasıl da düşüne düşüne, nasıl da dışarıyı, dışarıdakini incitmemek için kırk kere sile sile yazıldığını anlatır.  Öyledir, yeniden yeniden temize çekilir… her seferinde biraz daha kısalır o mektuplar, biraz daha acısı azaltılır, neşeli birkaç laf eklenir sonlarına doğru. Mazlum’un mektubunu okuduk 37.günde. O da öyleydi, ‘’kendimce idare ediyorum’’ diyordu, ‘’halay çekerken gözüm üzerinde olacak’’ diyordu sanki çıkıp haftaya halay çekeceklermiş gibi birlikte. Çocuk işte, sanki biz bilmiyoruz.

Açlık grevleri ile ilgili yazılar yazılıyor. Okuduk, görünen o ki daha çok okuyacağız. Gazete haberlerinde bir şey yok, diğer yazılanlar daha çok ‘’bizi avutan’’ dostların yazıları gibi.  Twitterda nerden geldiği belli olmayan o görüştü, bu görüşecek haberlerine bile sevinçle atlıyoruz, ertesi sabah fos çıkana kadar… Biz de işin kolayındayız nitekim; İmralı ile görüşülsün, o da desin ki… Umutsuzluğumuz o kadar açık ki, hükümetle görüşülsün, talepler kabul edilsin, açlık grevleri sona ersin diye ‘’yüklenecek’’, afişlerimize, pankartlarımıza bunu yazacak mecalimiz bile yok. Kendimiz bile inanmayacağız bunu yazdığımızda çünkü. Ahmet Büke’nin öyküsündeki cümle geçiyor aklımdan: ‘’Bazen insan istese de olmaz. O kadar olmaz ki istemez bile.’’* 

‘’O kadar olmaz ki’’ taleplerin kabul edilmesi, tecridin kalkması, anadilin mahkemede konuşulması… Hükümet o kadar rahat ki, o kadar aymaz ki... O kadar alıştık artık tekerlemeye dönmüş en basit insani talepler için ölmeye ki… Her şeyin sırayla, tane tane ve itinayla kırıldığı bu memlekette, eline aldığı her şeyi kırmakla meşhurdur iktidarlar. Kırıldıkları kadar kırmakla da kalmazlar, daha fazlasını kırarlar, hep daha fazlasını. Kendi yattıkları hapisanelerin rahatlığından çıkardıkları dersle, bir daha dönmeyeceklerinden emin bir şekilde duvarları yükseltirler sürekli.

Hapisten çıkamadım/ çıkamadık: Ulucanlar Katliamından, açlık grevinin 60. diye hatırlıyorum ama bilmem kaçıncı günündeki ‘’hayat’’a dönüş operasyonundan, yanmış insan eti kokusundan; peltek ve manasız konuşmalarından kaçıp, yüzümüzü duvara dönerek, kendimizi tek ayak üstünde bekleterek cezalandırdığımız zafer’lerden, başak’lardan çıkamadık. Siyasi geçmişi 1 sokak gösterisi, 2 slogandan ibaretken gelip 36 yıl ceza alanlardan, bizimle beraber tahliye olup 2 ay sonra bir daha 18 yıl alanlardan çıkamadık. Her karşılaştığımızda iki eliyle yüzümüzü tutup öpen, Türkçesi bizim heyecanlı konuşmalarımızı anlamaya yetmeyen ama ‘’kızıyla ilgili bilmediği bir şey daha’’ öğrenmek için koğuş anılarımızı dinlemekten bıkmayan kürt annelerinden çıkamadık.  Sokağa çıkınca ring arabası görüp de yolu boşverip peşinden gitmekten, otobüste gördüğümüz polislerin kıçında asılı kelepçelere bakıp, içimizden ‘’yıllar içinde kelepçenin evrimi belgeseli’’ çekmekten, zarflara pul yalamaktan, sevk listelerine göre hapisane adresleri yenilemekten… çıkamadık.

Açlık grevleri devam ediyor.  Hapisane insanla devletin en çıplak halleriyle göğüs göğse kaldığı bir yer: Ya insan gerileyecek bir adım, ya devlet. Tarafların başka isimleri de yok aslında binlerce yıldır ‘’insan ve devlet’’.  İnsanın gerilediği yerde devlet boy vermeyecek ama öfkeyle ölüm…  Her zamanki gibi mezarlıkları genişleteceğiz onlarla, şehirlere bile yer kalmayacak. 

Bu açlık grevlerinin sonucu hepimiz için çok önemli, ölümsüz biterse bu süreç, sadece içerdekilerle değil içinde benim de olduğum binlerce eski mahpusla da barışacak toplum. Kırgınlığımız, umutsuzluğumuz, yazılarınızın, sözlerinizin suratımızda patlayıp geri dönmesi son bulacak, aranıza karışacağız. Toplumsal tahliyemiz gerçekleşmiş olacak.

İktidarın siyasi geçmişine de bayram notu: Siz ağladığınızda biz gülemiyorduk; şimdi biz gülemediğimizde siz de gülemiyorsunuz. Korkarım ki hiç gülemeyeceksiniz.

(not: fotoğraf Ayşe Düzkan tarafından twitter'da paylaşıldı, söğütlüçeşme'den notuyla)
*Ahmet Büke- Cazibe İstasyonu'nda ''Ağır'' Zamanlar adlı öyküde geçer.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Yüzümüzdeki Hüzün Onun Kalbini Kırıyor

 

Ahmet Büke'nin Cazibe İstasyonu'nu elime alınca ilkin hafifliğinden şikâyetçi oldum. Hatta içimden ''Be adam zaten kısa yazıyorsun, bari kitap kalın olaydı'' dedim. Her şeyin irisinin, kalınının, ulu'sunun, konforlusunun, sterilinin, gösterişlisinin hatta aynalısının makbul olduğu bu zamanlara yakışmayan ince-narin bir kitap Cazibe İstasyonu. Kısa öyküler ve ince bir kitap dedik ama en obur okuru bile doyuracak kadar etkili bir dil ve her şeyden haberdar öyküler sıralanmış ard arda.

İnsanın kendi içine dönüp bakınca hayretler içinde varlığını fark ettiği ya da sonradan edindiği ''bi tike'' hayatı, ''bi gıdım'' insan olma duygusu var ya, herkesin bunu bile abartıp iyice reklama vurduğu, sayfa sayfa, kitap kitap, ekran ekran dökmeye koştuğu bu çağda böylesine etkili bir ''sözcük tasarrufu'' ile bizi utandırıyor her şeyden önce Ahmet Büke. Çoğu zaman söylemiyor bile, sezdiriyor. Önceki kitaplarından bildiğimiz bu sözcük tasarruflu hali, Cazibe İstasyonu'nda da devam ediyor.


Ekmek ve Zeytin'den Cazibe İstasyonu'na

Sadece kısalık, sarsıcılık değil devam eden: Öyküleriyle bize kurduğu mahalleden tanıdıklar da var Cazibe İstasyonu'nda.

Bir önceki kitabı Ekmek ve Zeytin'den ''Soğuk ve Toz Zerrecikler'' öyküsünde şehre inen kurt sürüsünden bir kurt karşılıyor bizi bu yeni kitabın ilk öyküsünde; ''Nenem Buldu Beni''de Mervan'ı bulan Dunya Kadın Cazibe İstasyonu'nun ''Tuhaf Su''yunda uğurluyor. Bilemeyiz, ''O İncir Nerde Şimdi''deki komutan ya da ''Baba-Oğul-Asker''deki ''devre''dir belki emekli olup Cazibe İstasyonu'na giden yolda Belediye Başkanı olan.

Önceki kitaplarından tanıdığımız ''sade-sıradan-bizden kahramanlar''ın başından geçenleri dinlemeye devam ediyoruz bir yanıyla ama ''ve olaylar gelişir'', yazar bizi elimizden tutup gözünün gördüğü kadar ilerdeki bir dünyaya götürür: Ekmek ve Zeytin'deki ''Hidrojeoloji Mühim Mevzu''dan bildiğimiz, cesetlerin atıldığı baraj gölü ve dahi ''Musul'da Bir Göl'' kurumuştur, Cazibe İstasyonu tam da bu nedenle ad olmuştur kitaba. Başka bir deyişleEkmek ve Zeytin'e Su eklenmiştir.

Öykü kitaplarının tüm güzelliğine rağmen bir kusuru olur bazen: Dergilerde, sitelerde şahane birer ''teklik'' olarak okuduğumuz öyküleri bazen bir kitapta bir araya gelmiş halde görünce tedirgin oluruz. Çünkü öykü her ne kadar bağımsız bir ''şey''se de, bir kitapta toplandığında hepsini içeren bir atmosfer kurulmasını, ''kahraman''ların hepsinin birbirine tanıdık gelmesini bekleriz, hatta hep beraber bir çemberin etrafından tutup kaldırmalarını, (ukala) okurun tepesine bir hale gibi koymalarını bekleriz.

İyi kötü, düzenli olarak öykü kitapları alan, okuyan bir okur olarak kitabın ''derleme'' olduğu hissi yaratan, yazarın belli bir izlek, okurun çözeceği bir iç bağlantı üzerinden yazdığı duygusunu sona erdiren, ''bu da elimde kalmasın, sığışıversin bu kitaba'' diye konulmuş öyküler görürüm bazı öykü kitaplarında ve orda kitabı bırakırım. Yama gibi duran öyküye kızarım, ancak bir zaman sonra okunmamış öykülere geri dönebilirim. Ahmet Büke kitapları bu yanıyla da güzeldir: Birbiriyle bütünleşmiş, her biri hısım akraba, birbirine tanıdık öyküleri bir araya getirmesinden dolayı da güzel dururlar kitaplığımda. Genel olarak öykülerde iki ayrı biçim vardı dikkatimi çeken: Başlayan-biten klasik öykülerin yanı sıra, sayfanın altına, üstüne, yanına atılmış çizgiler ya da kutucuklarla yürüyen başka bir paralel öykü -içses kullanıyordu bazı öykülerinde. Kitapta veya içinde yer aldığı öyküde kesinti yaratabileceği halde ustaca kullanıldığı için göze batmayan bu çizgileri, kutucukları seviyorum.

Cazibe İstasyonu'ndaki ''Tuhaf Su'' diğer öykülerden farklı olarak bir ikinci kitap hissi yaratacak kadar uzun ve arkası yarın beklentisi yaratan bir kurguya sahip, bilim-kurgu, bir mini distopya denebilir sanırım. Kitabın ikinci yarısının ''elimde kalması'' ihtimalini de göz önünde bulundurarak bu bölüme tedirgin geçeceğimi düşündüm: ama kitap bittiğinde ''geçiş''i fark etmediğimi gördüm.

Kitap bir de bu bakımdan ayrı bir övgüyü hak ediyor bence. Kitap isminden itibaren, ''Tuhaf Su''ya, Cazibe İstasyonu'na hazırlıyor okuru zaten. ''Tuhaf Su''yun girişi de diğer öykülerle paralel. Bu üzerinde düşünülmüş ve belki de özellikle yumuşatılmış geçiş, tarzın değiştiğini, artık yazar tarif etmezse bilemeyeceğimiz bir istasyonda, yine yazar söylemezse bilemeyeceğimiz durumların gelişeceğini anlıyoruz. Diğer öykülerde açıktan söylemeden bildirdiği, tarihlerle ya da başka göndermelerle okura sezdirdiği dış dünya ''bildiğimiz dünya''dır, ''Tuhaf Su''daki ise ''bizi bekleyen dünya''. Politik çekişmelerin, askeri çatışmaların, kent hayatıyla bütünleşmiş ölümlerin-kalımların ortasında yüreğimiz ağzımızda ömür tüketirken, ''hey gidi koca dünya'' altımızdan kayıp gitmektedir ve Ahmet Büke yitirmekte olduğumuz her ne varsa onun öyküsünü yazmaktadır zaten.

Cazibe İstasyonu'nda iki bölüm var: ''Taşın Dediği'' ve ''Tuhaf Su''.

''Tuhaf Su''da, bildiğimiz, artık tanış sayılabileceğimiz mahalleliden ve memleket hallerinden başka bir zamana, suyun tükendiği, su yataklarından kovulmuşların Su Rejisine, suyu kontrol edenlerin de kendi sistemlerine mahkum olduğu bir zamana geçirir bizi Ahmet Büke. Kitabı bitirip de içimizde çizgi-bilim-kurgu film tadında görüntüler kaldığında, gelecek dünya ile ilgili tasavvurumuzdan umut eksilmemiştir hala: Hem ''... insanı böyle borçlu bırakacak kadar sevmek iyilik değil''dir zaten, hem de Dünya Ronlulara kızkardeş olmuştur.

Ahmet Büke'yi neden sevmeli?

Cumartesi Anneleri, hapishaneler, iş cinayetleri, asker ölümleri; savaş, yoksulluk, kimsesizlik, içimizdeki ve dışımızdaki deli, nar ağacı, asma yaprakları, kediler, karıncalar, ''gök parçası, dal demeti, kuş tüyü'', yaşama dair her şey var öykülerinde. Çünkü ayık bir adam Ahmet Büke. Ama ''ayık olan mükelleftir'' diye dert ettiğinden yazdığını sanmıyorum: politik olanı hayatımızın ve haberlerin içinden geçtiği kadarıyla, kalbimizin üzerinden geçtiği gibi yazıyor sadece. Ama gözyaşımıza neden olan neyse işte, tam da orasından yakalayıp yazıyor. Yazarlığı, üzerinde çalışılmış bir tavır gibi durmuyor, susmak ve söylemek arasında bir tercih yapmış da söylemeyi-yazmayı seçmiş gibi değil, sadece böylesi kolayına geldiği için yazıyor sanki. Yazarken ''çok söylemek, çok eylemek'' derdindekilerin anlam yitirten kabalıklarına ve kalabalıklarına bir taşralı ürkekliği ile bakıyor belki, bakıyor da kendini ve okurunu sakınıyor bu kuru gürültüye bulanmaktan.

Taşrada terbiye olmuş çocuk ruhlarımız ve iyilik-güzellikten yana olmaktan başkaca bir şey istememiş gençliğimizin izleri var öykülerinde. Bugün geriye dönüp baktığımızda avlularından mutluluk taşıyormuş gibi hatırladığımız kasaba evlerimizi, delikanlı solculuğumuzdan gelen duyarlılık ve eksik kalanı umut ile tamamlamaya çabalayan naifliğimizi buluyoruz onda: her yeni öyküye geçince ''şimdi neyi hatırlayacağız bakalım'' dedirten bir yakınlıkta duruyor geçmişimize.

İşte tüm bunlara sevindikten sonra, az biraz büyümüş, bu modern dünyada beceriksiz, az ekmek, az huzur peşinde yetişkinliğimizin verdiği ''ağyarini mâni, efradını câmi'' bir bakışla yeniden buluşuyoruz öykünün kısalığında: Bir yandan kediler eteklerimize dolanıyor, deliler önümüzü kesiyor, evrak numaraları tutuşturuluyor annelerin eline, tutanaklarda iki satırla listelerden düşüyorlar adımızı; bir yandan toprak kayıyor altımızdan, sular çekiliyor... aslında yeterince uzun her şey, yeterince anlaşılır, yeterince tadı damakta, yeterince iç sızısı...

Neden kısa yazıyor Ahmet Büke diye bana sorsalar: daha uzunu ''aşırı doz'' olurmuş zaten derim. Gördüğümüz, yaşadığımız, öldüğümüz, düştüğümüz bunca uzunken, okuduğumuz kısa olsun bari...

Öykülerine memleketin tüm ahval ve şeraiti sızdığı için memleket meseleleri için söylediğimiz, onun öyküleri için de söylenebilir oluyor: Uzun lafa gerek yok, acı dedik mi mühimmat sebil zaten memlekette, eski-yeni yaralarla kaplı her yanımız ve dokununca acıyor! Ahmet Büke'nin öyküleri de uzun laflar etmiyor, dokunuyor sadece içimizdeki mühimmata. Acıtıyor bir yandan, ama bu dokunma onmamış yaralarımıza iyi geliyor; çünkü şefkatle sürtüyor bıçağını. Cazibe İstasyonu da okur'a iyi gelsin, ''şifa olsun''.

Sayrı ve kekre vaziyetimizin himmetiyle dileyelim: tez zamanda başka istasyonlarda da buluşsun bizimle. (NGU/HK)

15.10.2012

N.Gün Uzun

Neden Telafi Defterleri?



 

 

Bir bölünme ve kapatılma yaşıyoruz, yıllara yayılacak bir kapatılma bu. 
 
Hapisanelerde tecrite karşı açlık grevleri bugün 41.gününde ve ‘’ben neden bir blog açıyorum’’ diye soruyorum kendime: Kapatılma, yalıtılma, bölünme, insanlar arasına erişilmez uzaklıklar koyma giderek bir toplumsal durum haline dönüşüyor. Dışardaki bölünmeden, yalıtılmışlıktan güç kazanan ‘'dışımızdaki dünya''nın egemenleri, bizim sözcükler çattığımız harflere yazık ederek kurdukları E,M,F,L…  tiplerinden  edindiği deneyimle bizi her yerde tek başına bırakıyor, sonra tek başına yakalıyor, hücrelere, evlere, işyerlerine, alış veriş merkezlerine ve sosyal(!) medya’ya hapsediyor. Modern hayat denilen şey duvarları yükseltiyor, kapı çalma geleneğini yok ediyor, seslerle erişiyoruz birbirimize, ekranlarda görüyoruz doğum günlerini, ölümler ertesinde anlamsız cümleler kuruyoruz birbirimize beceriksizce. Yine de iyi ki ‘’yazı’’ var diyorum, insan olmakla ilgili bir derdi olanların ulaşabileceği kalemler, kitaplar, defterler, klavyeler var.  İyi ki var! Hem bunun, hem de 8 güzel yılımı yılmadan, yanılmadan geçirmeme olanak sağlayan kitapların,defterlerin, mektupların ve insan yüzlerinin hatırına cümleler kurmak gerektiğine inanıyorum hala. Kitaplardan, öykülerden, romanlardan sözetmek, bilmediğimiz dillerden yapılacak çevirileri beklemek iyi geliyor. Kitaplar hakkında ''edemediğimiz'' sohbetler için burası Telafi Defterleri olsun istiyorum.
Aslında eski bir defterim ve bu eski defterin içindeki eski bir yazımdan dolayı buranın adı  ‘telafi defterleri’ oldu. Şimdi onu yeniden okuyup cümle aralarına ekliyorum:
‘’… ve ormanda yol ikiye ayrılır.’’ Ölü Ozanlar Derneği adlı filmde böyle bir cümle kuruludur. İkiye ayrılan yollardan biri çok gidilmiş, belirgin, ‘’yol’’ tanımını hak eden bir yoldur; diğeri çalılıklar arasında kendisini ‘’yol edeceklere’’ meşakkat, korku ve heyecanla örülü bir maceranın davetiyesi gibi duran, az gidilmiş bir patika.

Yazmak benim için başlangıçta ilkiydi: üzerinde fazla düşünmeden, eninde sonunda bir yere ulaştıracağı gibi bir önseziyle, benden öncekilerin bir devamı olarak… Ama zaman içinde gördüm ki ister anayoldan yazmaya başlayın, ister patikadan, bu iki yol mutlaka birbirine çıkıyor,  birbirine ekleniyor.
Paradoksal biçimde kişi çoğu kez kendisine bir mahremiyet alanı, bir kişisel alan yaratmak için yazıyor, bunun için defterler açmanın mahremiyetini tehlikeye atmak olduğu bildiği halde.
 
(…)Yazmak bir noktadan sonra bu yitirilmişliğe, insanı hayattan alıkoyan bu kapatılmaya karşı bir dirence dönüşüyor, yazmakla yaşamak birbirinin yerine geçiyor. Hatta yazmak yaşamak oluyor bazen onun yerine. Gitmediğiniz yolları, inmediğiniz istasyonları, çalamadığınız dost kapılarını, olamadığınız aşkları, gerçekleştiremediğiniz düşleri yazmaya başlıyorsunuz. Ben bu türden yazıların çok olduğu defterlere telafi defterleri diyorum.
Zamanla bu ‘telafi etme’ çabası çalınanın yerine ‘cebinden koyma’ya dönüşüyor. Yaşanılmayanın ya da eksik yaşananın yerine açılmış bu zihinsel oyuklardan, boşluklardan sızıp yayılan yazılar acıtmaya başlıyor. Yazı yaşamın eksikliğini telafi eden bir araçken, sürekli eksikliğini hissettiren, sürekli bir şeyleri arayıp duracağımızı vurgulayan, telafi edemeyen bir araca dönüşüyor.
Son zamanlarda neden yazdığımı, ne yazdığımı, aslında ne yazmak istediğimi soruyorum kendime. Beni yazmaya iten ‘‘edebi kaygılar’’ değildi öteden beri. Böyle bir kaygı edinmeye çalışıyorum. Ancak edebiyatla ilişkim ‘sıkı okur’ olmanın ötesine geçer mi kestiremiyorum. İçimde büyük büyük defterlerim var; insanlardan, bir türlü beceremediğim, ilişkinin hep huzursuz tarafı olarak kaldığım gündelik hayat ilişkilerinden kaçmanın bir olanağı olarak açılmış defterler bunlar. Çoğu kez onlara yazıyorum. Dışımdaki defterlere yazmak ve bunu birilerinin bakışına açmak kendimi sobelemek gibi geliyor biraz, kendi sığınağımı tahrip etmek gibi… Ama zaman geliyor dışımızdaki defterlere sızmaya başlıyor herşey, tutsam mı tutmasam mı diye düşünüp kalıyorum.
‘’Hep huzursuz’’sanız önce kitaplara yaslarsınız gövdenizi, bir kitap ayracı gibi gezer durursunuz. Sonra hiçbir yere yaslanmadan, dimdik ve hayatta kalabilmek için, kendiniz olarak kalabilmek için defterlere koşarsınız. Yine de defterler yetmez, asıl kayıt insanın zihnine ve bedenine düşülür çünkü. ‘’
Böyle demişim yıllar evvel : şimdi daha büyük bir telafi defterim oldu. Daha çok okuduklarımı yazmak isterim buraya: Bakalım ‘’okur ne okur, ne okumaz’’.