25 Mayıs 2013 Cumartesi

Emrah Polat'ın Yüzler'i

Sadece kendi hayatına değil, kendine ve hayata ayrı ayrı, her gün yeniden yenilen yüz’ler taşıyoruz. Böyle olunca kaç yüzümüz olabilir ki? 

 

Ah ‘’herkes en az ikiyüzlü’’  elbette teoriye göre. Ama bu ikiyüz’ün de onlarca yansıması var hayat içinde: İyilikten güzellikten yana, bunun için dünyayı sırtlamayı göze almış sade-kahraman yüzümüz;  sadece kendi hayatına değil, kendine ve hayata ayrı ayrı ve her gün yeniden ihanet eden bir haine dönüşmekle kalmaz çoğu kez… Yenilgi gizlenir ve dolanır durur kendini yenileyerek başka ‘’yüzler’’ imal eder kendine, ‘’bozulma’’ya dönüştüğünde her şey yüzdeki maskenin altında kokuşmaya başlar, giderek ‘’bütün yüzlerimize’’ sirayet eder.
Gündelik hayat içinde, sıradan insanlar olarak yaşarken, aslında sadece kendi hayatımızın kahramanı iken, başka hayatların da kahramanı olmak isteriz, Türkiye’de her türlü sahne hazırdır bizim ‘’kahraman yüz’’ümüz için.
Devrimci olunur, işkencelerde direnilir, hapiste yatılır, çıkılır.
Orda kalsa her şey iyidir, yorgun yüzümüzle bir kenarda yaşamaya devam etmek yetmez işte.
İş bulmak lazımdır, para kazanmak lazımdır, insanların içine karışmak lazımdır, evlenmek, çocuk büyütmek, saygı beklediğimiz insanlar değişmiş olsa da saygı görmek lazımdır.
‘’Hapisten çıkan ama hayatı kaybettiği yerden azimle yakalamaya çalışan üniversite öğrencisi yüzü’’ lazımdır, ‘’her şeyi görmüş geçirmiş iş adamı yüzü’’ lazımdır,  ‘’hapis arkadaşlarıyla hala görüşen adam’’ yüzü lazımdır,  ‘’abilik eden adam’’ yüzü lazımdır.
Bunlar da öyle ‘’ikiyüzlüce’’, bir hırsla, bir gayretle olmaz aslında çoğu kez, insanlar parça parça kırılmıştır zaten, her parçası birilerinin elinde-yanında kalmıştır. Ya da kırılmış bir aynaya benzeyen bu ülkede kendi ‘’yüz’’ünü toplamaya, bütünlemeye çalışırken oluverir her şey.  Hapse, zora, şiddete direnmek kolay, gündelik hayata direnmek daha zordur çünkü.
Her şey çok tanıdık Emrah Polat’ın kitabında 40’lı yaşlarındakiler için… Hele de Ankara’da yaşamış olanlar için.  Kitabın ilk cümlesi nedense hep Ankara’nın ‘’yenilmiş ama –anılar nedeniyle- ezilmemiş’’ çıktığı o ezeli rekabete gönderme yapıyor. Gönderme de değil aslında doğrudan ‘’Bir nedenle İstanbul’a gidemeyenlerin ya da orada tutunamayanların kenti olan Ankara’da (…) ‘’ diye başlıyor. Kitapla birlikte zamanda ve mekanda bir Ankara turu da atmış oluyorsunuz ve zamanın ruhuna uygun karakterlerimiz Abdullah Cevdet Sokak’taki Gelidonya Feneri’nde buluşuyor ‘’iki tek atmak için.’’ Arif’le Orhan hapisaneden tanışık.  Nazım ise eski yoldaş’ın emaneti… Sadece ‘’kayalara benzer biçimlerin arasından çıkan yumruk’’ figürüyle kurulan bu bağlantıdan Nazım habersizdir,  içinden hüngür hüngür ağlamak geçse de ‘’patron’’ Arif ‘’arkadaşı’’ için, ‘’kimi yok olan, kimi savrulan yaşamlar, arkadaşları…’’ için işe alacaktır onu.
Arif’ler arada bir iç sızısıyla, ‘’iyilik yapacak’’ mertebeden hatırlasa da eski yoldaşlarını ve devrimcilik günlerini, Orhan’da o bile yoktur; ‘’kalmamıştır’’ değil zaten yoktur…  Çokları gibi sol mahalle efradı olmaktan sebep tutuklanmış, bu arada karısı-çocukları ve asıl önemlisi ‘’ev açtığı Nazan’’ ortalıkta kalmıştır. ‘’Aile’’  idare etmiştir bir biçimde o çıkana kadar, ama Nazan ‘’idare edememiştir’’. Belki de 12 Eylül en çok Orhan’ları, Nazan’ları dağıtmıştır bir daha toparlanamayacak biçimde. Solcuların, devrimcilerin içerden çıkınca ‘’deneyebilecekleri’’ yeni bir hayat vardır, dahil olmaya çalışacakları bir gündelik hayat, bir sıradan hayat vardır ama Orhan gibiler zaten o sıradan hayatı yaşadıkları için ve ellerindeki bu tek hayat da telafi edilemez biçimde parçalandığı için öylece ortalıkta kalmışlardır. Arif’i kınayabiliriz ama Orhan’ı ya da Nazan’ı kınamak içimizden gelmez Yüzler’i okurken. Olduğu gibidir onlar çünkü, hayatlarını rayından çıkaracak şeylerin kararını kendileri almamıştır. Kondularında ‘’soğuk kış gecelerinde birbirlerine sarılıp uyumak ‘’ tan öte dünyanın gamıyla, yüküyle ilgili değillerdir zaten. Ama 12 Eylül’den sonra dibe vuran Arif gibilerin hayatından çok onlarınki olmuştur nedense. ‘’Halkımız’’ da bir türlü toparlanamamıştır ya zaten Orhan’la Nazan gibi… Orhan Arif’i, Arif’le birlikte toy Nazım’ı çeker götürür bir Ankara pavyonuna ve Nazım racona kurban gider.
Ve belki de Yüzler’in Arif bölümünde yer alan ve Arif’in ‘’Seyranbağları‘na çıkan yokuşu tırmandığı günü, tahliye olup eve dönüşünü hatırlatan, gözlerini buğulandıran, içini kanatan Ahmet Kaya şarkısı’’ nın son dizesi ‘’Mümkünse farzedin yaşamamıştır’’ Nazım içindir.
Akıcı, sade yazıyor Emrah Polat. Okura zeka yoklaması yapan kurgularla,  ağdalı dil oyunlarıyla vakit harcamadan yazıyor: İlk kitabı Köpek Adamlar’da (Pupa Yayınları, 2009)  olduğu gibi, Yüzler’de de devam ediyor bu. ‘’Standart’’a uymayan adamların hikayelerini yazıyor, ihtimal ki bundan sonra yazacaklarında da Köpek Adamlar’da olduğu gibi ‘’çalışılmış’’ bir alt kültür okumasının üstünde dolanacak hikayeler.
Yine her iki kitapta da son sayfayı çevirince aklımda kalan şey: Kadın yok! Elbette Yüzler’de  kadınlar var, ancak bunlar prototip karakterler. Cinsinin, mesleğinin genel geçer özellikleriyle yüklü, romanda figüran gibi duran tipler.  Zeynep, Ayşe-Naz ile Nazan. Zeynep Arif’in hapisane sonrası ‘’standartlara uygun, sınıf atlamış, hayatını hale yola koymuş adam’’  fotoğrafının tamamlayıcısı iken, Naz Arif’in sıkıntılı ve tatminsiz yozlaşmasının hem kaçışı hem sonucu olan, parayla satın alınan haz’ına eşlik eder sadece.  Nazan ise Orhan’ın dibe vurmasına sebeptir, aşık olup kaçtığı evli adam Orhan hapse düşünce ‘’utandığı için’’ İstanbul’a, ailesine dönemez Nazan, ‘’sahipsiz’’ kaldığı için de hemen yeni bir ‘’sahip’’ bulur kendine. Orhan onu diğer adamdan kurtarır elbet hapisten çıkınca,  ama Nazan artık Orhan’dan da ‘’utandığı’’ için döner İstanbul’a. Tipik 3. sayfa haberine dönüşmez Nazan Yüzler’de ama kitapta aynen öyle resmedilmiştir: Kategorize edilmiş bir kadın karakterdir. Erkek karakterlerde gördüğümüz ayırt edicilik kadınlarda yoktur. Erkek karakterlerin gerçeği midir, romanın gerçeği midir, yazarın tercihi midir bilinmez ama kadınlar standart algının şekillendirdiği kadın karakterler olarak rollerini oynamaktalar romanda: Ne eksik, ne fazla!
Herşey hayatın gerçeğine uygundur Yüzler’de. Edebiyat belki de bunun için vardır: hayatın gerçeği deyip geçtiğimiz, alıştığımız şeyleri yeniden gözümüze sokmak için…
Canımızı sıksa da, ‘’başka türlüsü mümkündü’’ derken dönüp kendi hayatlarımıza bakarız bir kez daha: 12 Eylül devam etmektedir, sadece yaşlanan hikayelerde değil gündelik hayata yenildiğimiz her yerde…
 
(18.05.2013'te, bianet'te yayınlandı.)

18 Mayıs 2013 Cumartesi

''deniz misin, liman mı''


Dün akşamki marifetine baktı sokaktan geçerken göz ucuyla. Aslında tam da bunun için geçiyordu ya sokaktan, yine de pencereden bakıyorsa fark etmesin istemişti.
Karton kalıbı öfkeyle hazırlamıştı dün akşam evde, maket bıçağıyla… Yine aynı maket bıçağıyla iki yıldır çizik çizik yara izleri bıraktığı tahta masanın üstünde… Annesinden işitmediği azar kalmamıştı ilk zamanlar, ama zaman içinde masa tümden ona terk edilmişti.  Annesini komşu kadınla konuşurken duymuştu: ‘’Ergenlik çağı işte, üstüne gitmiyorum artık ben de. Kendi kendine kesip biçiyor bir şeyleri, akşamları hep dışarıda. Eli kolu boya içinde geliyor da, bakkal Mahmut Efendi’nin dediğine göre bi yaramazlığı yokmuş, duvarları boyayıp dururlarmış parfüm kutusu gibi şeylerle…’’

‘’Öf anne’’ demişti, kapıdan başını uzatıp. ‘’Parfüm kutusu ne ya, sprey boya işte!’’
Hafta sonları babasıyla buluştuğunda, özellikle akşam yazıladıkları yerlerden geçirmeye çalışıyordu, tepki verecek mi diye… Beğense, yazılardan biri hakkında iyi bir yorum yapsa hazırdı, söyleyiverecekti ‘’ben yaptım onları’’ diye. ‘’kafalar düşleri kovalar’’ la dalga geçerdi,’’kızları kovala o’lum’’ derdi mesela.   ‘’benim gözüm, senin gözün(*)'' için de saçmalardı bi’şey mutlaka, hele de içtiyse azcık, anlamadan etmeden ‘’mesela benim gözüm, senin gözün olsaydı gelirdin benlen, erkek erkeğe…’’ diye başlardı kendi evini ve yaşadığı hayatı övmeye, annesinin ona ayak uyduramadığından, hayatın kısalığından, her limanda bir sevgili olmalı’dan, ‘’kadınlar ya denizdir, ya liman’’ dan çıkardı.   ‘’Niye böyle ki babam?’’ diye geçirdi aklından, sonra ‘’amaaan’’dedi. Aile, baba falan hikayeydi işte, duvarlara yazıp durdukları şey o bu değil miydi zaten: ‘’Türkçesi çok kaba oldu lan!’’ deyip yırtmıştı hazırladığı kartonu, sonra Tayfun’la İngilizcesini yapmışlardı.  ‘’fuck the sisytem’’i inadına ailelerin oturduğu apartmanların duvarlarına yazmışlardı. 

Bunu,  ‘’deniz misin, liman mı’’ yı babası fark etse, beğense bile söylemezdi ama, ben yazdım diye. Besbelliydi işte kıza yazdığı, hem de penceresinin altına. Babası evden gitmeden önce de ordaydı o kız, kesin hatırlardı; hep kızlardan bahsederken yaptığı gibi  gevrek gevrek gülüp omzundan ittirirdi yine, ‘’kimin oğluuu’’ derdi. İşte bunu dedirtmemek için, annesinin dediğine göre ‘’uçkuru gevşek’’ bir adam olan babasının kadınlardan söz ederken yüzüne yayılan o ebleh ifadeyi görmemek için bile olsa söylemezdi. 
 Ayça’yla hep pencereden haberleşiyorlardı:  Bazen o kadar uzun zaman bekliyordu ki karşıdaki kaldırıma oturup, o pencereye bakarken içinden öyle cümleler kuruyordu ki,  pencereye mi aşık oldum, ardındaki hayatla ilgili kurduğum düşlere, yoksa Ayça’ya mı diye düşünmekten alamıyordu kendini. Babasıyla aralarında mırıl mırıl bir şeyler konuşarak pencereye yaklaştıklarında, korkuyla karışık bir heyecan duyardı: Ayça onu görmemiş gibi yapardı babasıyla pencerenin dışındaki saksıyı yoklarken,  ama perdeyi kapatırken yaptığı küçük bir el işaretiyle onu yarım saat daha o kaldırıma çivilemiş olurdu. Sonra baba giyinmiş, traşlı yüzüyle apartman kapısından çıkardı, Ayça dış kapıyı kapatıp yeniden pencereye koşmuş, perdeyi kaldırıp babasını bir kez daha uğurlamış olurdu o pencereden.  Beklemekten sıkılmazdı o, bu tür törenler hiç olmamıştı hayatında, izlemek hoşuna giderdi. 
Ayça artık pek gözükmüyordu pencerede. Birlikte dolaşmaya da çıkmıyordu onunla. Dolaşmak dediği de Kadıköy’de bol miktarda bulunan sokak aralarında bahçe duvarlarına ya da kaldırımlara oturmaktı, boş boş geleni geçeni seyretmekti.
Son günlerde Ayça evden çıkıyor, kaldırımda oturduğunu bildiği halde, hiç başını kaldırmadan aşağı yürüyor, hemen köşede onu bekleyen kayık tipli oğlanlarla buluşuyordu. Yanına gidip konuşmak istese de, elini oğlanın omzuna koyup yanaklarından öpmeden önce yetişemiyordu. Sonrasında ise anlamsız geliyordu seslenmek. Her seferinde aynı oğlan değildi buluştuğu, ama birbirine benzeyen tiplerdi hep. Hem ne önemi vardı ki,  babası haklıydı belki de,  bazı kadınlar  deniz, bazı kadınlar limandı. Ayça liman değildi demek ki!
Kendini yorgun bir gemi gibi hissediyordu şimdi; bazen az sonra suda dağılacak kağıttan gemi, bazen içine gürültücü insanların doluşmuş olduğu yolcu gemisi, bazen yaşlı bir balıkçının sakin sığınağı olmuş tekne, bazen mutlu homurtular çıkararak suyun yüzünde salınan bir motor… Ayça için ‘’görkemli bir yat’’ olması gerekiyordu ama Karaköy’e demir atanlar gibi. Dün anlamıştı bunu, Ayça o oğlanlardan biriyle arabaya binip gittiğinde. Babasını dinlerken aptalca bulduğu, o konuştukça oflayıp pufladığı lafların hepsi birden yerli yerine oturmuştu kafasında: Kadın ya denizdir, ya liman… Denizlerde gezecek,  arada bir, bir süre de  liman’da dinlenecekti erkek dediğin.  ‘’deniz misin, liman mı’’ yı akşam yazmıştı işte öfkeyle. Kartonun içine harfleri oyarken elini de kesmişti, hem de bile isteye: Sargı bezini hırsla çekip söktü, yeniden kanattı elini, gözlerini diktiği pencerede perde kıpırdar gibi olmuştu…

Fotoğraf: Çağla Öztek Kalafat
(Bu ergen öyküsü de fotoğrafa yazılmıştır)
(*) Çağla Öztek Kalafat'ın tweetir bu da.
 

14 Mayıs 2013 Salı

GİDİYORUM

                                                                       

Eliyle işaret etti, küçücük bir işaretti ama kadın anladı. Ayakkabının çözülmüş bağını yerden kesecek kadar, şımarıkça,  kaldırdı  tek ayağını yukarı doğru, adam bağladı. Vapura bindiler, adam önden koşarak tırmandı merdivenleri, üst katta taa köşedeki koltuğa gitti oturdu. Saklanmaya çalışırdı önceden koşup giderek.  Ama istese de saklanamazdı; o kadar büyüktü, uzundu, kollarıyla dünyayı kucaklardı, gözleri yeşildi, duruydu, metrelerce öteden görülürdü… İstese de saklanamazdı, kalabalığın içinde hemen göze çarpan çocuk yüzüyle ya da kadına öyle gelirdi. Kadın gözleriyle onu buldu, gidip yanına oturdu. Karşıya Haydarpaşa’ya geçince,  trene binecekti kadın.  Adam buna inanmasa da, binip gidecekti işte.
Hiç inanmadı adam gideceğine. Sanıyordu ki, vapurdan inince kadın yine onun peşinden yürüyecek,  Ankara treninin durduğu istasyonda biraz duraksayacak ama her zamanki gibi treni boş verip, hızlı hızlı yürüyecek ve adama yetişecek. Adamın adımlarını hiç yavaşlatmadan ilerleyen gövdesine bakacak, cebinden çıkarıp geriye doğru uzattığı elini tutacak, yüzünü görmese de sevindiğini anlayacak. Hiçbir şey olmamış, az önceki tereddüt hiç yaşanmamış gibi, birlikte Gebze’ye giden banliyö trenine binecekler.
Kadın "gidiyorum" diye fısıldadı adamın gözlerine bakıp. Adam uzaklaşan bir takayı işaret etti sadece "bakalım" dedi.  Kadın kalktı aşağıya indi, aceleci yolcular hücum etmeden iskelenin atılacağı yere doğru ilerledi, yaslanıp denize, karşı kıyıya, şehirdeki anlamsız öte beriye baktı.  Adam hızla paldır küldür indi merdivenleri, kadının yanından geçip iskelenin yerleşeceği çıkışa dikildi.


Vapur kıyıya yanaşınca adam kalabalığa karışacak kaçar gibi… Kadın gözleriyle adamı izleyecek bir süre.  Geri dönüp bakmayacağını, beklemeyeceğini bile bile… Ankara treninin durduğu yere bakmadan geçecek adam Gebze gişelerinin olduğu yöne doğru. İki jeton alacak her zamanki gibi. Birini yol boyunca  parmaklarının arasında döndürüp duracak bu sefer.
 
Fotoğraf: Haluk Kalafat 
(Öykü de fotoğrafa yazılmıştır zaten)
 
29 Nisan 2013  www.sosyalayrinti.com 'da yayınlanmıştır.