17 Kasım 2012 Cumartesi

SERÇELER ÖLÜRSE*


Tanıyanlar bilir: O, hayatımızın ve onun altında kalmamaya ahd etmiş kalbimizin bi’milyoncu’sudur. En hayat ve neşe yoksulumuzu bile ‘ucuzundan’ mutlu eder, herkesin derdine bi’ ‘’çare’’dir güzelim öyküleriyle. Basit ve kısa ömürlü, ucuz saydığınız ne varsa işte, kuş ve çiçek adlarından gençlik maceralarına, otobüste dizi dizimize değen adamdan, rögar kapağındaki kuş otuna, hiçbir şeyi anlamaya, beklemeye sabrı olmayanların bihaber olduğu tevekkülden, orta sınıf’a terfi etmekte tereddüt eden hayatımızın neresine koyacağımızı bilemediğimiz pazar günlerine kadar hepsi var öykülerinde.
İnsanların sadece hırslarıyla büyüyebildiği, kişisel reklam ve promosyon politikası yoksa görünmez olduğu; içini saklayarak hayatta kaldığı bir dünyada ‘’bi’milyoncu’’ gibi hepimizin gününü kolaylaştıran, kalıcı olmasa bile her gün bir yenisi edinilebileceğine dair umut doğuran, böyle küçük sevinçlere kaynaklık eden bir ‘’öykücü dükkanı’’ var sanki Sibel Öz’ün. Öykücülük de bir çeşit bi’milyoncu’luk değil mi zaten: Çok satışlı, az karlı… küçük dertlere çare… Büyük dertlere ise zaten Allah kerim.
Feridun Andaç’ın ‘’zamanımızın öyküsünü yazıyor, yalın, atak, dupduru söyleyişle’’ dediği Sibel Öz’ün 2. kitabı Serçeler Ölürse Notabene Yayınları’ndan çıktı. İlki Agora Yayınları’ndan çıkmıştı, En Çok Seni Bekledim. Çocukluğumuzun mahallelerinden gençliğimizin yangınlarına kadar pek çok şey vardı içinde ve her yerine İstanbul sızmıştı kitabın. Yaşanmış ve özlenmiş bir İstanbul. 
Serçeler Ölürse’de yine sahne İstanbul ama ilk öykü Karadeniz’den başlıyor ‘’Lena’’yla. Hayalle bulanıklık arasında, hatırlamayla unutma arasında yaşanmış, belki de yaşanmamış bir aşk’ın sayıklamalarıyla karşılıyor kitap bizi. ‘’Kanaat, Tevekkül ve Karıncalar’’da kim kimi değiştirir, hangi kavşakta yakınlaşırız babalarımızla, ‘’incecik boyunlarımızın üzerindeki başımız’’ nereye kadar eğilirdi ki diye düşünürken, ‘’Bahçesiz’’de babamız başımızı eğdikçe kaderine daha da yakından baktığımız annemizin de ölebileceğini söylüyor ansızın. Yorgun ve mecalsiz genç kadınlara dönüşürken razı olduğumuz Pazar günü ayinleri var ‘’Pazar’’da. ‘’Hele Gözle’’ de evine sığamamış, neşesiyle-kederiyle bahçeye taşmış bir teyzenin –bugünlerde pek çok annenin- gününü bıçak gibi kesen açlık grevi haberi. ‘’Bozkır’’da uzak bir akraba gibi cenazesine gidilenler, yolumuzu yol edenler var. ‘’Küf Beyazı’’ öyküsü ise  ‘’kör bir oyun gibi defalarca ele geçirildiğimiz’’ ama yine de kendimize kaldığımız F tipi bir hücrede geçmekte.
Hepsi tanıdık, hepsi telaşlı, hepsi güzel öyküler: tanıdık kelimesinin altını çizmek isterim. Belki yaşlandıkça geçmişi bizimkiyle sarmaş dolaş olanların o geçmişe selam duran, içinde o zamanlardan çekip çıkardıkları cümlelerin dolaştığı öyküleri okumak iyi geliyor, belki yarası-rüyası aynı olanlar benzer hikayeleri yaşıyorlar da biri anlatınca o geçmiş, o hikayeler ‘’boşa gitmemiş’’ oluyor.
Geçmiş deyince yanlış anlaşılmasın: nostaljiye mahal yok henüz, çünkü geçmiş devam ediyor Sibel Öz’ün öykülerinde. L. Althusser ömrünün sonuna gelirken ve en sevdiğinin boynunu kendi elleriyle sıkıca kavradıktan sonra ‘’Gelecek Uzun Sürer’’ diyordu geçmişin ve şimdi’nin bitmeyeceğini imler gibi. Onun sözünü eğip bükmek, belki ona eklemek isterim ben: Bazı geçmişler hep devam eder, hep uzun sürer, gelecekten bile uzun sürer. Anlaşılan o ki, Sibel Öz’ün öykülerindeki hapisane de hiç bitmeyecek. Başından (‘’Oto Kiralamacı, Bimilyoncu, Kömürcü’’) ya da sonundan (‘’Hele Gözle’’) bir yolunu bulup giriyor bu hapislik öykülerine. Yazarın içerde geçirdiği günler, dışarıdakilere de uzanmış, teneke bir nişan gibi ışıldıyor bazı cümlelerin içinden.
Ama Sibel Öz’e söylemeli birileri;  ‘’biliniyor / hayat bizden razıdır’’**. Artık kalemini salıvermeli: eğlenceli, akışkan, koşturmacalı bir dili ve daha bir dolu öyküsü var Sibel Öz’ün. Roman’ın elinden öpen öykülerindeki neşeli damardan giderse, bazen dondurulmuş bir film karesine bakıyormuş hissi yaratan öyküleriyle ‘’kalbimizin öykücüleri’’ arasında aldığı yer daha da genişleyecek.
Serçeler Ölürse’ de mahallemizde telaşlı büyümelerimizi, gündelik siyasetin koparıcı, hırpalayıcı koşturmacalarının içinde hüzünle karışık ardımızda bırakmaya çalışsak da bırakamadığımız çocukluğumuzu, annemizi, babamızı, büyümeye çalışan oğlan çocuklarını, hırpalanmakla yetinmemiş üstüne bir de kendini hırpalamış kadınlık hallerimizi anlatıyor Sibel Öz. Mahallelerde kalan ilk gençliğimizi, serçelerin ölümünü andıran vurulmalarımızı, düşmelerimizi, tutsaklığımızı, serçe parmaklarımızda kilitli kalmış azaplarımızı…
*Notabene Yayınları, Ekim 2012
**İsmet Özel (Tahrik şiirinden)
(16 Kasım 2012 tarihli Radikal Kitap ekinde yayınlandı.)

Hiç yorum yok: